9 Mart 2015 Pazartesi

Hırsız

Evliliğimizin ilk yılıydı. 1991 yılının ve Kırıkkale’nin sıcak bir gecesiydi. Saat 3’e kadar oturmuş bir kitabı bitirmeye çalışmıştım. Sabaha doğru derin bir uyku ile geceyi sonlandırdım. Sabah uyandığımda başucuma çıkardığım pantolonun olmadığını gördüm, bir şey anlamadım. Salona gittiğimde her şey ortaya çıktı. Koltuğun üzerinde cüzdanım boş bir şekilde duruyordu. Hayatımın ilk soygunu ile karşı karşıya gelmiştim. Eve hırsız girmişti. İkinci katta bulunan evimize balkondan giren hırsız, yüklü bir kazançla, altınları çevirdiğimiz paralar ve birkaç takıyla geldiği yerden çıkmış gitmişti. Geride balkona dayalı bir merdiven ve bizim şaşkınlığımız kalmıştı. Bir de boş bir cüzdan..

Hayat yine de devam ediyordu. Zaman biraz yol almış, Adana’da yaşamaya başlamıştık. Biraz paramız vardı. Çalıştığım yerdeki arkadaşlarla borsa oynamaya karar verdik. En yakın yer olan Türk İnvest adında bir aracı kurumdu. İşler ilk zamanlarda gayet iyi gitti. İyi paralar kazandık. Borsadan çıktığımda nakit parayı çekmeye vaktim olmadığından iki hafta vadede kaldı. Bir telefon parayı aldı götürdü. Türk İnvest ödeme yapamıyordu. Bizim paralarla birlikte batmıştı. Ben yine soyulmuştum. Hayat kaldığı yerden devam ediyordu.


İş nedeni ile Kayseri’de bulunduğum zamanlardan biriydi. Akşamın yorgunluğu ile bir otel odasında uyku zamanı yine o adam beni buldu. Adı hırsız olan zat, yine uyurken başucumdan cüzdanı aldı gitti. Yine soyulmuştum. Lobide benim gibi birçok insan vardı. Sıradan her odaya girmiş ve ne bulduysa almış götürmüştü. Otel sahibi beyana esas olarak giden paraları ödedi. Olayın duyulmasını istemediği için gidenleri aldık ama soygun soygundu. Kimlik ve diğer belgeleri çıkarmak ve bu psikolojik durumu atlatmak kolay olmamıştı. Birkaç yıl sonra kargo ile gelen cüzdan ve kimlikler hatıra olarak uzun süre çekmecemde kaldı. Otel, olayın üzerinden yıllar geçtikten sonra boş cüzdanı bulmuş ve adresime kargo yapmıştı. Otel sahibi Kayserili olunca kargo parasını da bana ödetmişti.


2000’li yıllar öncesi çalıştığım şirkette kalem dayandıramaz olmuştuk. Akşam masamızdaki kalemler sabah yok oluyordu. Dedektiflik oynamaya karar vererek çekmeceye para bıraktık. Tahmin edilen gerçekleşti. Yine aynı adam başroldeydi. Kimliğini tespit edemediğimiz biri bizi küçük küçük soymuştu. Yine hırsız, yine ben. Yavaş yavaş akıllanmaya başlamıştım. Ama hala tam değildi.


Kendi işimi yapmaya başladığım dönemlerde bir müşterimin telefonu ile yeni bir soygun rüzgârı daha esmeye başlamıştı. Çek ödemesinin olduğunu, yardım edip edemeyeceğimi sordu. Ben de hayır diyemedim. İstediği olmasa bile bir miktar yolladım. İstemeye benim yüzüm eskidi, onun yüzü eskimedi. Yine aynı hırsız karşımdaydı. Neyse ki bu sefer kimliğini biliyordum. Bir de yeni aldığı ‘’Jeep’’ini..


Hırsızlık hikâyeleri ile olgunlaşmaya devam ediyordum. En yakın arkadaşlarımdan biri kullanmadığın kredi kartı var mı diye sordu bir gün. Yok diyemedim. 3000 Türk Lirası 45.000 Türk Lirası’na çıktı. Hikâyesi 5 sene sürdü. Paramı alana kadar canım çıktı. Bankalara kendi kartım gününden önce ödenirken o kartlar yüzünden yüzüm yerde kaldı. Bilen biliyordu ama arkadaşım bir türlü bilemedi. Bu sefer paramı geç de olsa almıştım. Soyulmama ramak kalmışken..


Akıllanmıştım. Bir gün telefondaki ses, bir albayın eşinin tarafımdan taciz edildiğini söylüyordu. Yemedim tabii ki. Arayan doğu şiveli komiser kardeşime benim şivemle burada yazamayacağım bir şekilde cevabımı verdim. Çok mutluydum. Bu olayı ballandırarak herkese anlattım. Aman dikkat edin diyordum. Ben soyulmadım diyordum.


Çok akıllıydım artık. Geçen hafta facebook üzerinden bir mesaj geldi. Sizli bizli konuştuğumuz bir kardeşimiz bana ‘’selam, nasılsın ‘’ diyordu. Hemen kavradım olayı. Akıllıydım ya bu sefer keyfini çıkarmak gerek diye düşündüm. Telefonla arayan komiserimden daha okkalı cevabımı verdim. Selam veren arkadaş ardına bakmadan kaçtı gitti. Kullanıcı çevrim dışı mesajı ile hırsızlık tarihinde yerini almış oldu. Kapılar artık kapalıydı hırsız kardeşlerime.


Bunlar iyi hırsızlardı hayatımın. Beni üzdüler zaman zaman. Şimdi bazı şeyleri daha iyi anlıyorum. Aslında iyi de öğretmen olmuşlar hayatıma. Bir musibet bin nasihat hikâyesidir aslında. Benimki biraz fazla musibet oldu ama en azından bin nasihat almadan.


Aman dikkat!


Bu hırsızlar küçük götürenler, çoğunu tanımıyoruz bile


Ya büyük götürenler, bir de kim olduklarını bile bile


Bunlardan önemlisi insanların iyi niyetini ve duygularını çalanlara ne demeli


Bir de duyulan güveni..


Ali Özev


09.03.2015

3 Mart 2015 Salı

Olympos'un Gözyaşları

O görkemli dağda otururlardı
     Göklerin ve yeryüzünün hâkimiydiler
Yarı insan yarı Tanrı
     Geçmiş zaman mitleriydiler
Hepsi korkardı
     Dağları titreten,
           Zeus’un öfkesinden.

Onlar ki,
   Ölümsüzdüler
            Tanrılar ve tanrıçalar
                Dünyanın efendileri
İçimizde yaşamaktalar
                Anlatılmakta efsaneleri
En acısı,
            Hüzün duyulan,
             Her sene gelen bahar
         Unutulmayan aşklar
             Ve sonunda Adonis’e ağlayan
   Sonbahar

Ayvalar

önce, 
kapı çaldı
açtım
bir not
aşk ve sevgi
geliyoruz
evde misiniz?
bekledim
uzun süre
ne gelen var
ne giden..
bekle dedim,
beklemekten ne çıkar
arada sırada
kapımı çalıp,
kaçanlar oldu
baktım olmuyor
taşınayım dedim
ne var ki
izin vermedi
kalbim
bekle dedi,
bekle
çalan olur,
kalbinin kapısını
belki o yapar,
gönlünün yapısını
ve bir gün
kapım çalınmadan
geldi birisi
girebilir miyim
diyordu gözleri
gel dedim
elinden tutup,
içeri buyur ettim
sakın hemen gitme
öyle kolay, kolay
bırakmam
içmeden,
bir acı kahvemi
girdi..
çekingen, ürkekti
hemen alıştı
işte
o zamandan beri
hala misafir bende
gitmek bilmedi
gideceğe de benzemez.
geldiğinde,
ayvalar,
çiçek açmıştı,
şimdi
ayvalar,
komposto oldu.


Arayış

Bir başka sert esiyor rüzgar
Sanki bir şeylerden acı çıkarır gibi
Gelmedi,gelmeyecek beklenen bahar
Kar yağıyor bir elem,bir kahır gibi

Bulutsuz bir gökyüzüdür,güzelliği günün
Nerede o güzelim gök mavisi
Günler karanlık,her zaman hüzün
Böyledir hayat,bilinmez ötesi

Kiziroğlu Mustafa Bey

Yaklaşık bin yıl önce Türk atlıları girer Anadolu kapılarından. 1071 ile başlayan süreçte yurt edinirler bu toprakları. Akın akın yayılırlar, hızla içerilere doğru. Çok sürmez 10 yıl içerisinde Ege’ye kadar ulaşır Türk akıncıları. Çaka Bey İzmir ve civarında beyliğini kurar, kök söktürür Doğu Roma’ya. Anadolu toprakları kısa sürede fethedilmiş, Avrupa kapılarına dayanılmış ve en uçta Türk kılıcının sesi duyulur olmuştur artık. Beylik çok uzun sürmez. Doğu Roma İmparatoru I. Aleksios Komnenos'un Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan'ı kışkırtması üzerine Kılıç Arslan tarafından Çaka Bey öldürülür. Tarihe ilk Türk denizcisi olarak kaydedilir.

Yıllar geçer 16. Yüzyıl’a gelinir. Anadolu tamamen Türk toprağıdır. Osmanlı kurulmuş, Avrupa içlerine kadar girilmiştir. Osmanlı Avrupa'yı titretirken Anadolu’da beylerin saltanatı devam etmektedir. Gücünü saraydan alan beylere karşı yiğitler sahne alır. Bolu’da Köroğlu'nun adı nam salar, Bolu beyine karşı. İsmi yayılır tüm Anadolu’ya. Hikaye bu ya Köroğlu yetinmez Bolu'daki namıyla. Gücünü göstermek ister diğer illere. Yolu Kars'a düşer. Bir yiğit olan Köroğlu'nun amacı doğuda haksızlıkları yok etmek, bunlarla mücadele etmektir. Bir gün, bir at gezisinde Kizir Köyü’nü görür ‘’Bundan sonra adaletsizlikler benden sorulur’’ der. Bu sözünün üstüne Kiziroğlu Mustafa Bey ile karşı karşıya gelirler.

Kiziroğlu Mustafa Bey, yiğit bir delikanlıdır. İyi at biner, kılıç kuşanır. Bölgede namı duyulmuş bir bey oğludur. Köroğlu ile Kiziroğlu kavgaya tutuşurlar. Hem kendileri hem de atları. Kavgada önce Köroğlu'nun atı Kırat yenilir, Kiziroğlu’nun atı Ala Paça ’ya. Ala Paça alır altına Kırat’ı. Köroğlu da baş edemez Kiziroğlu ile. Yiğittir bunlar sonunda kavga biter, helalleşirler. Köroğlu bükemediği bileğe bir türkü yapar, yüzyıllarca dillerde yayılır.

Bir atı var Ala Paça
Peh peh peh
Mecal vermez Kırat kaça
Hey hey hey
Az kaldı ortamdan biçe

Ağam kim,
Paşam kim,
Nigar kim,
Hanım kim,
Kiziroğlu Mustafa Bey
Bir beyin oğlu
Zor beyin oğlu

Bir alt yüz yıl daha geçer. Yeni yiğitler çıkar meydana. Önce Kılıçdaroğlu sahne alır türküsüyle. ’’Geliyor Kılıçdaroğlu, hem dürüst hem temiz, hem de insanoğlu’’ Ve bugünlerde Davutoğlu aşağıda kalmaz.’’ Davutoğlu Ahmet Hoca bir bilge adam, bir yiğit adam’’ ..

Yeni dönemde vuruşmalar kılıçla yapılmaz. Söz kılıçtan daha keskindir. Arkadan dolanmak, yalan söylemek, atmak tutmak, kuyu kazmak daha etkilidir. Şimdi bir de şarkılar, türküler eklendi bu saydıklarımıza. Yaratıcılık da yoktur bu işlerde. Ya uyarlarlar, ya da çalarlar birilerinin haberi olmadan. Nasıl olsa halk yemekte, ne verilirse..

Bir de kaleler alınır verilir, zapt edilir günümüzde, günümüz usulüyle. Geçen hafta Davutoğlu Ahmet Hoca bir akın düzenledi İzmir Kalesi’ne. Yıllardır Kılıçdaroğlu’nun elinde İzmir Kalesi. ‘’Yok, olmaz, kimsenin kalesi değildir'' dedi Hoca.'' Efeler diyarıdır, Milletin kalesidir, Ak gençliğin kalesidir İzmir’’

Uyuturlar böyle bizleri. Satarlar vatanı, toprağı. Kese doldurmaktır tek hedefleri. Birisi Cemaatin kuklası olmuş, eline ne verirlerse onu okumakta. Diğeri sarayın yeni yetmesi ipler başkasının elinde, oynamakta..

Bize gelince,

Ne Kılıçdar arkadaşım oldu, ne de Davut’tan dost. Bir başka yiğit Mustafa tanırım üniversiteden arkadaşım, dürüst, mert, vatanını seven. Daha geçen ay konuştuk aynı masada. Derdimiz memleket meseleleri, düşündürmekte bizi, yoktur ondan ötesi..

Bir gün gelir saray yıkılır,

Saraylı da, Davutoğlu ’da, Kılıçdaroğlu ’da tarih olur, silinir gider

Yüreklere kazınmış tek bir lider vardır

Adı, Ali Rıza Bey oğlu Mustafa Kemal’dir. O’dur en büyük önder..

Kuşlar

Gözün alabildiği her yer suyla kaplıydı. Günlerce suyun üzerinde yol alan gemideki insanlar ufku gözlediler. Bir toprak parçası, bir kayalık, bir ağaç dalı görmek umuduyla baktılar suya. Güneşli bir günde kanat çırptı beyaz güvercin bulutlara doğru. Nuh’un ellerinden havalanan güvercin günler sonra ağzındaki defne dalıyla özgürlüğün müjdesini getirmişti. Dünyanın yeniden başlangıcı, insanlığın umudu, özgürlüğün adı kanatlarla gelmişti binlerce yıl öncesinden insanlığa.

Benim özgürlüğe adım atışım da yıllar öncesinden başladı. İlk sokağa çıkışım 5-6 yaşlarında olmuştu. Sokak değildi aslında ilk adım attığım yer. Bir kaç metre ötedeki komşumuz Mesude teyzelere gitmekle başladı. Mesude teyzenin bir torunu vardı, Kenan. Benden birkaç yaş büyüktü. Onunla oynamak için gider gelir olmuştum. Evleri bahçe içerisindeydi. Yeşil bahçenin içerisinde bir köşede bir kafesin içerisinde, arada sırada sesini işittiğim bir keklik vardı. Ağaçların tepesinde, göklerin mavisinde olması gereken keklik, ağaçtan yapılmış parmaklıkların arkasındaydı. Adına türküler yakılmış olan kınalı keklik düz ovada avlanmış, ağaç bir kafesin içinde hapsedilmişti. Benim özgürlüğüm vardı, onunsa belli olmayan bir geleceği.

Biraz büyüdükten sonra özgürlüğüm daha da genişlemeye başlamıştı. Bu sefer sokak, zamanımın bir bölümünü geçirdiğim yerlerden biri olmuştu. Arkadaşlarım çoğalmaya başlamış, top, misket, gibi şeylerin yanında oyuncak silahla da tanışmıştım. Bunların yanında kendi yaptığımız telden arabalar ve sapan çocukların en büyük eğlencesiydi. Sapan yapmak için bir ağaç dalı kullanılır, lastik takılır ve kuşlara taş atmakta kullanılırdı. Kuş vurmak büyük hünerdi çocuklar için. O yaşta öldürme içgüdüsünü öne çıkaran bir küçük silahtı sapan. Plastikten yapılmış sapan satan bakkallar bile vardı. Ne o yaşta ne de başka zaman, ne sapan yaptım, ne de bir sapanım oldu.

En özgür olduğum yıllar İstanbul’da geçti. Vapurların arkasına takılan martılara simit attım yıllarca. Yurt odasının penceresinden yaban güvercinlerini besledim elimle. Cama vurulan gaga sesiyle uyandım zaman zaman. Her gökyüzüne baktığımda imrenerek seyrettim uçan kanatları. Onlar özgürlüğün kanatlarıydı. O güzel varlıkların resimleri dolabımı süsledi. Resimlerini çizdim kağıda, özgür kanatlarını yazdım kelimelere, şiirlere.

İnsanoğlu büyüdükçe daha gaddar, daha acımasız olur. Doğanın en güzel parçası olan kuşlar, bu acımasız düzen içerisinde büyük yara alırlar. Avcılık denen zorbalık, genlerden taşınan olguyla kendini gösterir. Kendi keyfi için vurur, parçalar ve bundan da haz alır. Lafa geldiğinde adı spor olur. Adına dernekler kurulur, televizyon kanalları açılır. Yakalanan kuşlar ya ölümü tadar kör bir bıçağın altında ya da sonlarını beklerler bir kafesin parmaklıkları arkasında.

Avcıların yanında bir de kuş sevenler vardır. Adına dernekler kurulan kuş sevenler. Kanarya sevenler derneği, çatısında güvercin yetiştirenler, evininin bir köşesinde bülbül sesi dinleyenler, muhabbet kuşu besleyenler. Farkına varmazlar, kanadın ne için yaratıldığının. Özgürlüğü ellerinden alınmışların ağzından çıkan feryatları duymazlar. Görmezler gökyüzünün güzelliğini, duymazlar güneşe doğru süzülen kanatların sesini.

İnsan doğayı kirletir. Şehirler büyür, doğa küçülür. Parklarda doğa arayışı başlar, kuşlara yem atar çocuklar, arkasından koşarlar. Çocuklar artık kuşlara sapanlarla saldırmıyorlar ama çocuk olmayanlar kuş yemi satan yaşlı kadının tezgahını dağıtıyor hala. İnsanın sevgisine her zaman karşılık veren kuşlara atılan birkaç tane buğdayı bile çok gören insanoğlu yine acımasız.

Onlar ki acımasızlar, yeşile, maviye, beyaza düşman, avcılıktan gelen genleriyle.

Hala özgürlüğe düşmanlar

Bilmiyorlar ki ağzında defne dalıyla gelen beyaz güvercinin umuda kanat açtığını

Bilmiyorlar ki o beyaz güvercinin kanadında özgürlük taşıdığını

Bilmiyorlar ki özgür yaşamın anlamını..

Üç Kilo Yüz Gram

Her şey sınıfa gelen tartı aleti ile başladı. İlkokul ikinci sınıftaydım. O zamanlar şimdiki gibi dijital tartılar yoktu. Hem boy hem kiloyu gösteren koca bir şeydi gelen tartı. Birer birer tartıldık ve boyumuz ölçüldü. Ben sıralama da ikinci oldum. Sıra arkadaşım Emel birinci, ben ikinci. Bu sonuç sonrasında öğretmenim annemi okula çağırmak zorunda kaldı. Emel 18 kilo ben 19 kilo gelmiştim. Sondan ikinci olmuştum.

Ben sınıfın en zayıf ikinci çocuğuydum.

Çocukluğum zayıflık içinde geçti. Bunun sebebi ne genetik ne de başka bir şeydi. Yemek seçen bir çocuktum. Pazardan alınan kabaklar, pırasalar ve benzeri şeyler zaman zaman benim elimle çöpe gidiyordu. Annemin karnıyarık yaptığı günler benim için muhteşemdi. Karnıyarık değildi cezbeden. Patlıcanların içine konulan kıyma en çok sevdiğim şeydi. Sevmediğim bir yemek olduğunda yediğim en çok şey bu kıymalı soğanlı karnıyarık içi oldu o günlerde..

Yaşım ilerledikçe memleketin güzel yemekleriyle tanıştık. Tabii ki dışarıda. Kıymalı pide, döner, lahmacun. Yanında buz gibi bir kola. Gazoz dönemi bitmiş kola yeni yeni tanınır olmuştu. Kuzenlerle dedemin dükkanına uğrar, ortalığı süpürürdük. O da bize küçük paralar verirdi. Biz soluğu belediye parkının köşesindeki büfede alırdık. Sonrası malum, buz gibi kola şişesi bizi mutlu ederdi.

O günlerin içinde Kırıkkale sanayi lokantasının da özel bir yeri vardır. Babamın iş yerinde öğle yemeklerinde gittiğim yer. Babam benim sevdiğimi bildiği için telefon açar sipariş verirdi.’’ Bir buçuk kes yollayın yanında da ayran’’ Dönerin adı bizim oralarda kes idi, porsiyonlar da hep bir buçuktu.

Bir buçuk kes yerdim ama hala zayıftım.

Üniversite yılları başladığında İstanbul yemekleri ile tanıştık. Çay simit, kokoreç bira, balık ekmek, midye dolma, sosisli ve hamburger. Köfte ekmekten yapılanlar ve isimsiz hamburgerler vardı. Taksim Kristal büfe her zaman en güzeliydi. Bir gün Mc Donald’s Taksim'de ilk şubesini açtı. Fiyatı öyle öğrencinin yiyebileceği bir şey değildi, çok pahalıydı. AKM'den, sinemadan çıkan kürklü bayanlar ve beyefendiler önünde kuyruk oluşturuyorlar, hamburger yemeye geliyorlardı. Neredeyse biz de her gün hamburger yer olmuştuk. Biraz yeme saatimiz farklıydı. Gece geç saatlerde, Mc Donald’s çalışanı yurt arkadaşımız Sami raf ömrünü geçiren hamburgerleri atmak yerine yurda getiriyor ve biz bunları götürüyorduk.

Delikanlı olmuştum ama hala zayıftım.

Üniversite biterken evlendim. Damatlık almam zor olmadı. 62 kilo olan birisi için kıyafet sorunu yoktu bu ülkede. Evlendikten hemen sonra başımın üzerindeki zayıflık yıldızlarından birisi söndü. Sebebine gelince sevgili eşim Adanalı idi. Hem de Adana'nın en güzel yemeklerini yapan bir annenin kızı. Tabii o yıllarda Nüket daha annesini yemek yapma konusunda geçmemişti( Dila hala anneannesinin yemeklerini daha çok beğenir). Nüket yemek öğrenme konusunda beni denek olarak kullanmaya karar vermişti. O günlerde çalışmadığı için pasta, börek ve diğer yemekler üzerine uzun çalışmalar yapmaya başlamıştı. 3 ay sonra 80 kilo bu çalışmaların başarısını ortaya koydu.

Çok geçmeden askerlik yolu gözüktü. Yedek subay okulunda askerin kalori ihtiyacına göre hazırlanan yemekler çok sıkıntı yaratmadı. En zoru arkadaşlarla kurduğumuz sucuklu yumurta hayalleriyle uykuya dalmaktı. Okul bittikten sonra yemek başkentlerinden olan Kayseri’ye kantin subayı olarak atandım. Kader işte hem kantin subaylığı, hem de gazino nöbetçi subaylığı kapımı çalmıştı. Askerde, aldığım kiloları veririm derken masa başı göreviyle tüm yemek ve pasta imparatorluğunun başına oturmuştum. Hem de Kayseri’de. O gün başımdan bir yıldız daha kaydı gitti..

Ben artık zayıf biri değildim.

Askerlik sonrası Adana’ya yerleştik. Kebap ve rakı ile tanıştık. Bir yıldız daha söndü gitti. İş hayatında yıldızım parlarken başımdaki yıldızları kaybediyordum. İş makinası sektörüne başlamamla birlikte bu yıldızlar beni terk etmeye başladılar. Konya, Antep, Hatay yemek başkentleri ve Adana’ya gelen misafirler yıldızlarımı bir bir alıp gittiler.

Ben artık şişman biriydim.

Ve bir gün yıldızlar bitmek üzereyken yıldızları geri toplamaya karar verdim. O günlerde revaçta olan mezoterapiye başlamaya karar verdim. Bu işi Adana’da en iyi yapanlardan Dr. Okan Dalyan’la tanıştım. Bir ay sürdü yıldız toplama işi. Okan hocam bir haftalığına tatile gidince ben de uzun bir tatile çıktım. Bu tatil tam 7 sene sürdü.L beden büyüdü, XL derken 2XL oldu. Kıyafetlerim devamlı küçülüyordu. Aslında kıyafetler değildi küçülen benim hantal bedenim büyümekteydi. Obez olmanın sınır kapısına dayanmış, spordan uzak, hareketlerin yavaşladığı biri olmuştum.

Artık başımda yıldız falan kalmamış, şişman bir adamdım.

Yaş ilerledikçe durum daha kötü olacaktı. Midem beynimi ele geçirmeden darbe kararı aldım. Yaklaşık 10 gün önce Okan hocamın kapısını tekrar çaldım. Unutmamıştı. Doktorluğunun yanında dostluğuyla, verdiği güvenle yeniden başladık. Yıllardır kahvaltı yapmadan başladığım güne sevgili domates, güzel salatalık ve dostum peynirle adım atıyor, öğlen ve akşam dikkat ediyor, fırsat buldukça spor yapıyorum.

Tekrar başladığımız günden bir hafta sonra ikinci sınıfta karşıma çıkan o tartının başına geçtim. Haftada bir buçuk kilonun normal sayıldığı bir diyet uygularken tartının gösterdiği rakam ''ÜÇ KİLO YÜZ GRAM'' dı. Tabii bu giden kilonun büyük bir kısmının su ve ödem olduğunu biliyorum. Ama en azından gitmişlerdi.

Bu başlangıç bile önemli benim için..

Okan hocamın yanından ayrılırken başımda bir yıldız parlamaya başlamıştı.

Öyle böyle bu yıldızları çoğaltacağız.

Yıldız meselesini hallettikten sonra saç ektirsem diyorum.

Botoksta yaptırsam mı acaba?