Evliliğimizin ilk yılıydı. 1991 yılının ve Kırıkkale’nin sıcak bir gecesiydi. Saat 3’e kadar oturmuş bir kitabı bitirmeye çalışmıştım. Sabaha doğru derin bir uyku ile geceyi sonlandırdım. Sabah uyandığımda başucuma çıkardığım pantolonun olmadığını gördüm, bir şey anlamadım. Salona gittiğimde her şey ortaya çıktı. Koltuğun üzerinde cüzdanım boş bir şekilde duruyordu. Hayatımın ilk soygunu ile karşı karşıya gelmiştim. Eve hırsız girmişti. İkinci katta bulunan evimize balkondan giren hırsız, yüklü bir kazançla, altınları çevirdiğimiz paralar ve birkaç takıyla geldiği yerden çıkmış gitmişti. Geride balkona dayalı bir merdiven ve bizim şaşkınlığımız kalmıştı. Bir de boş bir cüzdan..
Hayat yine de devam ediyordu. Zaman biraz yol almış, Adana’da yaşamaya başlamıştık. Biraz paramız vardı. Çalıştığım yerdeki arkadaşlarla borsa oynamaya karar verdik. En yakın yer olan Türk İnvest adında bir aracı kurumdu. İşler ilk zamanlarda gayet iyi gitti. İyi paralar kazandık. Borsadan çıktığımda nakit parayı çekmeye vaktim olmadığından iki hafta vadede kaldı. Bir telefon parayı aldı götürdü. Türk İnvest ödeme yapamıyordu. Bizim paralarla birlikte batmıştı. Ben yine soyulmuştum. Hayat kaldığı yerden devam ediyordu.
İş nedeni ile Kayseri’de bulunduğum zamanlardan biriydi. Akşamın yorgunluğu ile bir otel odasında uyku zamanı yine o adam beni buldu. Adı hırsız olan zat, yine uyurken başucumdan cüzdanı aldı gitti. Yine soyulmuştum. Lobide benim gibi birçok insan vardı. Sıradan her odaya girmiş ve ne bulduysa almış götürmüştü. Otel sahibi beyana esas olarak giden paraları ödedi. Olayın duyulmasını istemediği için gidenleri aldık ama soygun soygundu. Kimlik ve diğer belgeleri çıkarmak ve bu psikolojik durumu atlatmak kolay olmamıştı. Birkaç yıl sonra kargo ile gelen cüzdan ve kimlikler hatıra olarak uzun süre çekmecemde kaldı. Otel, olayın üzerinden yıllar geçtikten sonra boş cüzdanı bulmuş ve adresime kargo yapmıştı. Otel sahibi Kayserili olunca kargo parasını da bana ödetmişti.
2000’li yıllar öncesi çalıştığım şirkette kalem dayandıramaz olmuştuk. Akşam masamızdaki kalemler sabah yok oluyordu. Dedektiflik oynamaya karar vererek çekmeceye para bıraktık. Tahmin edilen gerçekleşti. Yine aynı adam başroldeydi. Kimliğini tespit edemediğimiz biri bizi küçük küçük soymuştu. Yine hırsız, yine ben. Yavaş yavaş akıllanmaya başlamıştım. Ama hala tam değildi.
Kendi işimi yapmaya başladığım dönemlerde bir müşterimin telefonu ile yeni bir soygun rüzgârı daha esmeye başlamıştı. Çek ödemesinin olduğunu, yardım edip edemeyeceğimi sordu. Ben de hayır diyemedim. İstediği olmasa bile bir miktar yolladım. İstemeye benim yüzüm eskidi, onun yüzü eskimedi. Yine aynı hırsız karşımdaydı. Neyse ki bu sefer kimliğini biliyordum. Bir de yeni aldığı ‘’Jeep’’ini..
Hırsızlık hikâyeleri ile olgunlaşmaya devam ediyordum. En yakın arkadaşlarımdan biri kullanmadığın kredi kartı var mı diye sordu bir gün. Yok diyemedim. 3000 Türk Lirası 45.000 Türk Lirası’na çıktı. Hikâyesi 5 sene sürdü. Paramı alana kadar canım çıktı. Bankalara kendi kartım gününden önce ödenirken o kartlar yüzünden yüzüm yerde kaldı. Bilen biliyordu ama arkadaşım bir türlü bilemedi. Bu sefer paramı geç de olsa almıştım. Soyulmama ramak kalmışken..
Akıllanmıştım. Bir gün telefondaki ses, bir albayın eşinin tarafımdan taciz edildiğini söylüyordu. Yemedim tabii ki. Arayan doğu şiveli komiser kardeşime benim şivemle burada yazamayacağım bir şekilde cevabımı verdim. Çok mutluydum. Bu olayı ballandırarak herkese anlattım. Aman dikkat edin diyordum. Ben soyulmadım diyordum.
Çok akıllıydım artık. Geçen hafta facebook üzerinden bir mesaj geldi. Sizli bizli konuştuğumuz bir kardeşimiz bana ‘’selam, nasılsın ‘’ diyordu. Hemen kavradım olayı. Akıllıydım ya bu sefer keyfini çıkarmak gerek diye düşündüm. Telefonla arayan komiserimden daha okkalı cevabımı verdim. Selam veren arkadaş ardına bakmadan kaçtı gitti. Kullanıcı çevrim dışı mesajı ile hırsızlık tarihinde yerini almış oldu. Kapılar artık kapalıydı hırsız kardeşlerime.
Bunlar iyi hırsızlardı hayatımın. Beni üzdüler zaman zaman. Şimdi bazı şeyleri daha iyi anlıyorum. Aslında iyi de öğretmen olmuşlar hayatıma. Bir musibet bin nasihat hikâyesidir aslında. Benimki biraz fazla musibet oldu ama en azından bin nasihat almadan.
Aman dikkat!
Bu hırsızlar küçük götürenler, çoğunu tanımıyoruz bile
Ya büyük götürenler, bir de kim olduklarını bile bile
Bunlardan önemlisi insanların iyi niyetini ve duygularını çalanlara ne demeli
Bir de duyulan güveni..
Ali Özev
09.03.2015
9 Mart 2015 Pazartesi
3 Mart 2015 Salı
Olympos'un Gözyaşları
O
görkemli dağda otururlardı
Göklerin ve yeryüzünün hâkimiydiler
Yarı
insan yarı Tanrı
Geçmiş zaman mitleriydiler
Hepsi
korkardı
Dağları titreten,
Zeus’un öfkesinden.
Onlar
ki,
Ölümsüzdüler
Tanrılar
ve tanrıçalar
Dünyanın efendileri
İçimizde yaşamaktalar
Anlatılmakta efsaneleri
En
acısı,
Hüzün duyulan,
Her sene gelen bahar
Unutulmayan aşklar
Ve sonunda Adonis’e ağlayan
Sonbahar
Ayvalar
önce,
kapı çaldı
açtım
bir not
aşk ve sevgi
geliyoruz
evde misiniz?
bekledim
uzun süre
ne gelen var
ne giden..
bekle dedim,
beklemekten ne çıkar
arada sırada
kapımı çalıp,
kaçanlar oldu
baktım olmuyor
taşınayım dedim
ne var ki
izin vermedi
kalbim
bekle dedi,
bekle
çalan olur,
kalbinin kapısını
belki o yapar,
gönlünün yapısını
ve bir gün
kapım çalınmadan
geldi birisi
girebilir miyim
diyordu gözleri
gel dedim
elinden tutup,
içeri buyur ettim
sakın hemen gitme
öyle kolay, kolay
bırakmam
içmeden,
bir acı kahvemi
girdi..
çekingen, ürkekti
hemen alıştı
işte
o zamandan beri
hala misafir bende
gitmek bilmedi
gideceğe de benzemez.
geldiğinde,
ayvalar,
çiçek açmıştı,
şimdi
ayvalar,
komposto oldu.
açtım
bir not
aşk ve sevgi
geliyoruz
evde misiniz?
bekledim
uzun süre
ne gelen var
ne giden..
bekle dedim,
beklemekten ne çıkar
arada sırada
kapımı çalıp,
kaçanlar oldu
baktım olmuyor
taşınayım dedim
ne var ki
izin vermedi
kalbim
bekle dedi,
bekle
çalan olur,
kalbinin kapısını
belki o yapar,
gönlünün yapısını
ve bir gün
kapım çalınmadan
geldi birisi
girebilir miyim
diyordu gözleri
gel dedim
elinden tutup,
içeri buyur ettim
sakın hemen gitme
öyle kolay, kolay
bırakmam
içmeden,
bir acı kahvemi
girdi..
çekingen, ürkekti
hemen alıştı
işte
o zamandan beri
hala misafir bende
gitmek bilmedi
gideceğe de benzemez.
geldiğinde,
ayvalar,
çiçek açmıştı,
şimdi
ayvalar,
komposto oldu.
Arayış
Bir başka sert esiyor
rüzgar
Sanki bir şeylerden
acı çıkarır gibi
Gelmedi,gelmeyecek
beklenen bahar
Kar yağıyor bir
elem,bir kahır gibi
Bulutsuz bir
gökyüzüdür,güzelliği günün
Nerede o güzelim gök
mavisi
Günler karanlık,her
zaman hüzün
Böyledir
hayat,bilinmez ötesi
Kiziroğlu Mustafa Bey
Yaklaşık bin yıl önce Türk atlıları girer Anadolu kapılarından. 1071 ile başlayan süreçte yurt edinirler bu toprakları. Akın akın yayılırlar, hızla içerilere doğru. Çok sürmez 10 yıl içerisinde Ege’ye kadar ulaşır Türk akıncıları. Çaka Bey İzmir ve civarında beyliğini kurar, kök söktürür Doğu Roma’ya. Anadolu toprakları kısa sürede fethedilmiş, Avrupa kapılarına dayanılmış ve en uçta Türk kılıcının sesi duyulur olmuştur artık. Beylik çok uzun sürmez. Doğu Roma İmparatoru I. Aleksios Komnenos'un Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan'ı kışkırtması üzerine Kılıç Arslan tarafından Çaka Bey öldürülür. Tarihe ilk Türk denizcisi olarak kaydedilir.
Yıllar geçer 16. Yüzyıl’a gelinir. Anadolu tamamen Türk toprağıdır. Osmanlı kurulmuş, Avrupa içlerine kadar girilmiştir. Osmanlı Avrupa'yı titretirken Anadolu’da beylerin saltanatı devam etmektedir. Gücünü saraydan alan beylere karşı yiğitler sahne alır. Bolu’da Köroğlu'nun adı nam salar, Bolu beyine karşı. İsmi yayılır tüm Anadolu’ya. Hikaye bu ya Köroğlu yetinmez Bolu'daki namıyla. Gücünü göstermek ister diğer illere. Yolu Kars'a düşer. Bir yiğit olan Köroğlu'nun amacı doğuda haksızlıkları yok etmek, bunlarla mücadele etmektir. Bir gün, bir at gezisinde Kizir Köyü’nü görür ‘’Bundan sonra adaletsizlikler benden sorulur’’ der. Bu sözünün üstüne Kiziroğlu Mustafa Bey ile karşı karşıya gelirler.
Kiziroğlu Mustafa Bey, yiğit bir delikanlıdır. İyi at biner, kılıç kuşanır. Bölgede namı duyulmuş bir bey oğludur. Köroğlu ile Kiziroğlu kavgaya tutuşurlar. Hem kendileri hem de atları. Kavgada önce Köroğlu'nun atı Kırat yenilir, Kiziroğlu’nun atı Ala Paça ’ya. Ala Paça alır altına Kırat’ı. Köroğlu da baş edemez Kiziroğlu ile. Yiğittir bunlar sonunda kavga biter, helalleşirler. Köroğlu bükemediği bileğe bir türkü yapar, yüzyıllarca dillerde yayılır.
Bir atı var Ala Paça
Peh peh peh
Mecal vermez Kırat kaça
Hey hey hey
Az kaldı ortamdan biçe
Ağam kim,
Paşam kim,
Nigar kim,
Hanım kim,
Kiziroğlu Mustafa Bey
Bir beyin oğlu
Zor beyin oğlu
Bir alt yüz yıl daha geçer. Yeni yiğitler çıkar meydana. Önce Kılıçdaroğlu sahne alır türküsüyle. ’’Geliyor Kılıçdaroğlu, hem dürüst hem temiz, hem de insanoğlu’’ Ve bugünlerde Davutoğlu aşağıda kalmaz.’’ Davutoğlu Ahmet Hoca bir bilge adam, bir yiğit adam’’ ..
Yeni dönemde vuruşmalar kılıçla yapılmaz. Söz kılıçtan daha keskindir. Arkadan dolanmak, yalan söylemek, atmak tutmak, kuyu kazmak daha etkilidir. Şimdi bir de şarkılar, türküler eklendi bu saydıklarımıza. Yaratıcılık da yoktur bu işlerde. Ya uyarlarlar, ya da çalarlar birilerinin haberi olmadan. Nasıl olsa halk yemekte, ne verilirse..
Bir de kaleler alınır verilir, zapt edilir günümüzde, günümüz usulüyle. Geçen hafta Davutoğlu Ahmet Hoca bir akın düzenledi İzmir Kalesi’ne. Yıllardır Kılıçdaroğlu’nun elinde İzmir Kalesi. ‘’Yok, olmaz, kimsenin kalesi değildir'' dedi Hoca.'' Efeler diyarıdır, Milletin kalesidir, Ak gençliğin kalesidir İzmir’’
Uyuturlar böyle bizleri. Satarlar vatanı, toprağı. Kese doldurmaktır tek hedefleri. Birisi Cemaatin kuklası olmuş, eline ne verirlerse onu okumakta. Diğeri sarayın yeni yetmesi ipler başkasının elinde, oynamakta..
Bize gelince,
Ne Kılıçdar arkadaşım oldu, ne de Davut’tan dost. Bir başka yiğit Mustafa tanırım üniversiteden arkadaşım, dürüst, mert, vatanını seven. Daha geçen ay konuştuk aynı masada. Derdimiz memleket meseleleri, düşündürmekte bizi, yoktur ondan ötesi..
Bir gün gelir saray yıkılır,
Saraylı da, Davutoğlu ’da, Kılıçdaroğlu ’da tarih olur, silinir gider
Yüreklere kazınmış tek bir lider vardır
Adı, Ali Rıza Bey oğlu Mustafa Kemal’dir. O’dur en büyük önder..
Yıllar geçer 16. Yüzyıl’a gelinir. Anadolu tamamen Türk toprağıdır. Osmanlı kurulmuş, Avrupa içlerine kadar girilmiştir. Osmanlı Avrupa'yı titretirken Anadolu’da beylerin saltanatı devam etmektedir. Gücünü saraydan alan beylere karşı yiğitler sahne alır. Bolu’da Köroğlu'nun adı nam salar, Bolu beyine karşı. İsmi yayılır tüm Anadolu’ya. Hikaye bu ya Köroğlu yetinmez Bolu'daki namıyla. Gücünü göstermek ister diğer illere. Yolu Kars'a düşer. Bir yiğit olan Köroğlu'nun amacı doğuda haksızlıkları yok etmek, bunlarla mücadele etmektir. Bir gün, bir at gezisinde Kizir Köyü’nü görür ‘’Bundan sonra adaletsizlikler benden sorulur’’ der. Bu sözünün üstüne Kiziroğlu Mustafa Bey ile karşı karşıya gelirler.
Kiziroğlu Mustafa Bey, yiğit bir delikanlıdır. İyi at biner, kılıç kuşanır. Bölgede namı duyulmuş bir bey oğludur. Köroğlu ile Kiziroğlu kavgaya tutuşurlar. Hem kendileri hem de atları. Kavgada önce Köroğlu'nun atı Kırat yenilir, Kiziroğlu’nun atı Ala Paça ’ya. Ala Paça alır altına Kırat’ı. Köroğlu da baş edemez Kiziroğlu ile. Yiğittir bunlar sonunda kavga biter, helalleşirler. Köroğlu bükemediği bileğe bir türkü yapar, yüzyıllarca dillerde yayılır.
Bir atı var Ala Paça
Peh peh peh
Mecal vermez Kırat kaça
Hey hey hey
Az kaldı ortamdan biçe
Ağam kim,
Paşam kim,
Nigar kim,
Hanım kim,
Kiziroğlu Mustafa Bey
Bir beyin oğlu
Zor beyin oğlu
Bir alt yüz yıl daha geçer. Yeni yiğitler çıkar meydana. Önce Kılıçdaroğlu sahne alır türküsüyle. ’’Geliyor Kılıçdaroğlu, hem dürüst hem temiz, hem de insanoğlu’’ Ve bugünlerde Davutoğlu aşağıda kalmaz.’’ Davutoğlu Ahmet Hoca bir bilge adam, bir yiğit adam’’ ..
Yeni dönemde vuruşmalar kılıçla yapılmaz. Söz kılıçtan daha keskindir. Arkadan dolanmak, yalan söylemek, atmak tutmak, kuyu kazmak daha etkilidir. Şimdi bir de şarkılar, türküler eklendi bu saydıklarımıza. Yaratıcılık da yoktur bu işlerde. Ya uyarlarlar, ya da çalarlar birilerinin haberi olmadan. Nasıl olsa halk yemekte, ne verilirse..
Bir de kaleler alınır verilir, zapt edilir günümüzde, günümüz usulüyle. Geçen hafta Davutoğlu Ahmet Hoca bir akın düzenledi İzmir Kalesi’ne. Yıllardır Kılıçdaroğlu’nun elinde İzmir Kalesi. ‘’Yok, olmaz, kimsenin kalesi değildir'' dedi Hoca.'' Efeler diyarıdır, Milletin kalesidir, Ak gençliğin kalesidir İzmir’’
Uyuturlar böyle bizleri. Satarlar vatanı, toprağı. Kese doldurmaktır tek hedefleri. Birisi Cemaatin kuklası olmuş, eline ne verirlerse onu okumakta. Diğeri sarayın yeni yetmesi ipler başkasının elinde, oynamakta..
Bize gelince,
Ne Kılıçdar arkadaşım oldu, ne de Davut’tan dost. Bir başka yiğit Mustafa tanırım üniversiteden arkadaşım, dürüst, mert, vatanını seven. Daha geçen ay konuştuk aynı masada. Derdimiz memleket meseleleri, düşündürmekte bizi, yoktur ondan ötesi..
Bir gün gelir saray yıkılır,
Saraylı da, Davutoğlu ’da, Kılıçdaroğlu ’da tarih olur, silinir gider
Yüreklere kazınmış tek bir lider vardır
Adı, Ali Rıza Bey oğlu Mustafa Kemal’dir. O’dur en büyük önder..
Kuşlar
Gözün alabildiği her yer suyla kaplıydı. Günlerce suyun üzerinde yol alan gemideki insanlar ufku gözlediler. Bir toprak parçası, bir kayalık, bir ağaç dalı görmek umuduyla baktılar suya. Güneşli bir günde kanat çırptı beyaz güvercin bulutlara doğru. Nuh’un ellerinden havalanan güvercin günler sonra ağzındaki defne dalıyla özgürlüğün müjdesini getirmişti. Dünyanın yeniden başlangıcı, insanlığın umudu, özgürlüğün adı kanatlarla gelmişti binlerce yıl öncesinden insanlığa.
Benim özgürlüğe adım atışım da yıllar öncesinden başladı. İlk sokağa çıkışım 5-6 yaşlarında olmuştu. Sokak değildi aslında ilk adım attığım yer. Bir kaç metre ötedeki komşumuz Mesude teyzelere gitmekle başladı. Mesude teyzenin bir torunu vardı, Kenan. Benden birkaç yaş büyüktü. Onunla oynamak için gider gelir olmuştum. Evleri bahçe içerisindeydi. Yeşil bahçenin içerisinde bir köşede bir kafesin içerisinde, arada sırada sesini işittiğim bir keklik vardı. Ağaçların tepesinde, göklerin mavisinde olması gereken keklik, ağaçtan yapılmış parmaklıkların arkasındaydı. Adına türküler yakılmış olan kınalı keklik düz ovada avlanmış, ağaç bir kafesin içinde hapsedilmişti. Benim özgürlüğüm vardı, onunsa belli olmayan bir geleceği.
Biraz büyüdükten sonra özgürlüğüm daha da genişlemeye başlamıştı. Bu sefer sokak, zamanımın bir bölümünü geçirdiğim yerlerden biri olmuştu. Arkadaşlarım çoğalmaya başlamış, top, misket, gibi şeylerin yanında oyuncak silahla da tanışmıştım. Bunların yanında kendi yaptığımız telden arabalar ve sapan çocukların en büyük eğlencesiydi. Sapan yapmak için bir ağaç dalı kullanılır, lastik takılır ve kuşlara taş atmakta kullanılırdı. Kuş vurmak büyük hünerdi çocuklar için. O yaşta öldürme içgüdüsünü öne çıkaran bir küçük silahtı sapan. Plastikten yapılmış sapan satan bakkallar bile vardı. Ne o yaşta ne de başka zaman, ne sapan yaptım, ne de bir sapanım oldu.
En özgür olduğum yıllar İstanbul’da geçti. Vapurların arkasına takılan martılara simit attım yıllarca. Yurt odasının penceresinden yaban güvercinlerini besledim elimle. Cama vurulan gaga sesiyle uyandım zaman zaman. Her gökyüzüne baktığımda imrenerek seyrettim uçan kanatları. Onlar özgürlüğün kanatlarıydı. O güzel varlıkların resimleri dolabımı süsledi. Resimlerini çizdim kağıda, özgür kanatlarını yazdım kelimelere, şiirlere.
İnsanoğlu büyüdükçe daha gaddar, daha acımasız olur. Doğanın en güzel parçası olan kuşlar, bu acımasız düzen içerisinde büyük yara alırlar. Avcılık denen zorbalık, genlerden taşınan olguyla kendini gösterir. Kendi keyfi için vurur, parçalar ve bundan da haz alır. Lafa geldiğinde adı spor olur. Adına dernekler kurulur, televizyon kanalları açılır. Yakalanan kuşlar ya ölümü tadar kör bir bıçağın altında ya da sonlarını beklerler bir kafesin parmaklıkları arkasında.
Avcıların yanında bir de kuş sevenler vardır. Adına dernekler kurulan kuş sevenler. Kanarya sevenler derneği, çatısında güvercin yetiştirenler, evininin bir köşesinde bülbül sesi dinleyenler, muhabbet kuşu besleyenler. Farkına varmazlar, kanadın ne için yaratıldığının. Özgürlüğü ellerinden alınmışların ağzından çıkan feryatları duymazlar. Görmezler gökyüzünün güzelliğini, duymazlar güneşe doğru süzülen kanatların sesini.
İnsan doğayı kirletir. Şehirler büyür, doğa küçülür. Parklarda doğa arayışı başlar, kuşlara yem atar çocuklar, arkasından koşarlar. Çocuklar artık kuşlara sapanlarla saldırmıyorlar ama çocuk olmayanlar kuş yemi satan yaşlı kadının tezgahını dağıtıyor hala. İnsanın sevgisine her zaman karşılık veren kuşlara atılan birkaç tane buğdayı bile çok gören insanoğlu yine acımasız.
Onlar ki acımasızlar, yeşile, maviye, beyaza düşman, avcılıktan gelen genleriyle.
Hala özgürlüğe düşmanlar
Bilmiyorlar ki ağzında defne dalıyla gelen beyaz güvercinin umuda kanat açtığını
Bilmiyorlar ki o beyaz güvercinin kanadında özgürlük taşıdığını
Bilmiyorlar ki özgür yaşamın anlamını..
Benim özgürlüğe adım atışım da yıllar öncesinden başladı. İlk sokağa çıkışım 5-6 yaşlarında olmuştu. Sokak değildi aslında ilk adım attığım yer. Bir kaç metre ötedeki komşumuz Mesude teyzelere gitmekle başladı. Mesude teyzenin bir torunu vardı, Kenan. Benden birkaç yaş büyüktü. Onunla oynamak için gider gelir olmuştum. Evleri bahçe içerisindeydi. Yeşil bahçenin içerisinde bir köşede bir kafesin içerisinde, arada sırada sesini işittiğim bir keklik vardı. Ağaçların tepesinde, göklerin mavisinde olması gereken keklik, ağaçtan yapılmış parmaklıkların arkasındaydı. Adına türküler yakılmış olan kınalı keklik düz ovada avlanmış, ağaç bir kafesin içinde hapsedilmişti. Benim özgürlüğüm vardı, onunsa belli olmayan bir geleceği.
Biraz büyüdükten sonra özgürlüğüm daha da genişlemeye başlamıştı. Bu sefer sokak, zamanımın bir bölümünü geçirdiğim yerlerden biri olmuştu. Arkadaşlarım çoğalmaya başlamış, top, misket, gibi şeylerin yanında oyuncak silahla da tanışmıştım. Bunların yanında kendi yaptığımız telden arabalar ve sapan çocukların en büyük eğlencesiydi. Sapan yapmak için bir ağaç dalı kullanılır, lastik takılır ve kuşlara taş atmakta kullanılırdı. Kuş vurmak büyük hünerdi çocuklar için. O yaşta öldürme içgüdüsünü öne çıkaran bir küçük silahtı sapan. Plastikten yapılmış sapan satan bakkallar bile vardı. Ne o yaşta ne de başka zaman, ne sapan yaptım, ne de bir sapanım oldu.
En özgür olduğum yıllar İstanbul’da geçti. Vapurların arkasına takılan martılara simit attım yıllarca. Yurt odasının penceresinden yaban güvercinlerini besledim elimle. Cama vurulan gaga sesiyle uyandım zaman zaman. Her gökyüzüne baktığımda imrenerek seyrettim uçan kanatları. Onlar özgürlüğün kanatlarıydı. O güzel varlıkların resimleri dolabımı süsledi. Resimlerini çizdim kağıda, özgür kanatlarını yazdım kelimelere, şiirlere.
İnsanoğlu büyüdükçe daha gaddar, daha acımasız olur. Doğanın en güzel parçası olan kuşlar, bu acımasız düzen içerisinde büyük yara alırlar. Avcılık denen zorbalık, genlerden taşınan olguyla kendini gösterir. Kendi keyfi için vurur, parçalar ve bundan da haz alır. Lafa geldiğinde adı spor olur. Adına dernekler kurulur, televizyon kanalları açılır. Yakalanan kuşlar ya ölümü tadar kör bir bıçağın altında ya da sonlarını beklerler bir kafesin parmaklıkları arkasında.
Avcıların yanında bir de kuş sevenler vardır. Adına dernekler kurulan kuş sevenler. Kanarya sevenler derneği, çatısında güvercin yetiştirenler, evininin bir köşesinde bülbül sesi dinleyenler, muhabbet kuşu besleyenler. Farkına varmazlar, kanadın ne için yaratıldığının. Özgürlüğü ellerinden alınmışların ağzından çıkan feryatları duymazlar. Görmezler gökyüzünün güzelliğini, duymazlar güneşe doğru süzülen kanatların sesini.
İnsan doğayı kirletir. Şehirler büyür, doğa küçülür. Parklarda doğa arayışı başlar, kuşlara yem atar çocuklar, arkasından koşarlar. Çocuklar artık kuşlara sapanlarla saldırmıyorlar ama çocuk olmayanlar kuş yemi satan yaşlı kadının tezgahını dağıtıyor hala. İnsanın sevgisine her zaman karşılık veren kuşlara atılan birkaç tane buğdayı bile çok gören insanoğlu yine acımasız.
Onlar ki acımasızlar, yeşile, maviye, beyaza düşman, avcılıktan gelen genleriyle.
Hala özgürlüğe düşmanlar
Bilmiyorlar ki ağzında defne dalıyla gelen beyaz güvercinin umuda kanat açtığını
Bilmiyorlar ki o beyaz güvercinin kanadında özgürlük taşıdığını
Bilmiyorlar ki özgür yaşamın anlamını..
Üç Kilo Yüz Gram
Her şey sınıfa gelen tartı aleti ile başladı. İlkokul ikinci sınıftaydım. O zamanlar şimdiki gibi dijital tartılar yoktu. Hem boy hem kiloyu gösteren koca bir şeydi gelen tartı. Birer birer tartıldık ve boyumuz ölçüldü. Ben sıralama da ikinci oldum. Sıra arkadaşım Emel birinci, ben ikinci. Bu sonuç sonrasında öğretmenim annemi okula çağırmak zorunda kaldı. Emel 18 kilo ben 19 kilo gelmiştim. Sondan ikinci olmuştum.
Ben sınıfın en zayıf ikinci çocuğuydum.
Çocukluğum zayıflık içinde geçti. Bunun sebebi ne genetik ne de başka bir şeydi. Yemek seçen bir çocuktum. Pazardan alınan kabaklar, pırasalar ve benzeri şeyler zaman zaman benim elimle çöpe gidiyordu. Annemin karnıyarık yaptığı günler benim için muhteşemdi. Karnıyarık değildi cezbeden. Patlıcanların içine konulan kıyma en çok sevdiğim şeydi. Sevmediğim bir yemek olduğunda yediğim en çok şey bu kıymalı soğanlı karnıyarık içi oldu o günlerde..
Yaşım ilerledikçe memleketin güzel yemekleriyle tanıştık. Tabii ki dışarıda. Kıymalı pide, döner, lahmacun. Yanında buz gibi bir kola. Gazoz dönemi bitmiş kola yeni yeni tanınır olmuştu. Kuzenlerle dedemin dükkanına uğrar, ortalığı süpürürdük. O da bize küçük paralar verirdi. Biz soluğu belediye parkının köşesindeki büfede alırdık. Sonrası malum, buz gibi kola şişesi bizi mutlu ederdi.
O günlerin içinde Kırıkkale sanayi lokantasının da özel bir yeri vardır. Babamın iş yerinde öğle yemeklerinde gittiğim yer. Babam benim sevdiğimi bildiği için telefon açar sipariş verirdi.’’ Bir buçuk kes yollayın yanında da ayran’’ Dönerin adı bizim oralarda kes idi, porsiyonlar da hep bir buçuktu.
Bir buçuk kes yerdim ama hala zayıftım.
Üniversite yılları başladığında İstanbul yemekleri ile tanıştık. Çay simit, kokoreç bira, balık ekmek, midye dolma, sosisli ve hamburger. Köfte ekmekten yapılanlar ve isimsiz hamburgerler vardı. Taksim Kristal büfe her zaman en güzeliydi. Bir gün Mc Donald’s Taksim'de ilk şubesini açtı. Fiyatı öyle öğrencinin yiyebileceği bir şey değildi, çok pahalıydı. AKM'den, sinemadan çıkan kürklü bayanlar ve beyefendiler önünde kuyruk oluşturuyorlar, hamburger yemeye geliyorlardı. Neredeyse biz de her gün hamburger yer olmuştuk. Biraz yeme saatimiz farklıydı. Gece geç saatlerde, Mc Donald’s çalışanı yurt arkadaşımız Sami raf ömrünü geçiren hamburgerleri atmak yerine yurda getiriyor ve biz bunları götürüyorduk.
Delikanlı olmuştum ama hala zayıftım.
Üniversite biterken evlendim. Damatlık almam zor olmadı. 62 kilo olan birisi için kıyafet sorunu yoktu bu ülkede. Evlendikten hemen sonra başımın üzerindeki zayıflık yıldızlarından birisi söndü. Sebebine gelince sevgili eşim Adanalı idi. Hem de Adana'nın en güzel yemeklerini yapan bir annenin kızı. Tabii o yıllarda Nüket daha annesini yemek yapma konusunda geçmemişti( Dila hala anneannesinin yemeklerini daha çok beğenir). Nüket yemek öğrenme konusunda beni denek olarak kullanmaya karar vermişti. O günlerde çalışmadığı için pasta, börek ve diğer yemekler üzerine uzun çalışmalar yapmaya başlamıştı. 3 ay sonra 80 kilo bu çalışmaların başarısını ortaya koydu.
Çok geçmeden askerlik yolu gözüktü. Yedek subay okulunda askerin kalori ihtiyacına göre hazırlanan yemekler çok sıkıntı yaratmadı. En zoru arkadaşlarla kurduğumuz sucuklu yumurta hayalleriyle uykuya dalmaktı. Okul bittikten sonra yemek başkentlerinden olan Kayseri’ye kantin subayı olarak atandım. Kader işte hem kantin subaylığı, hem de gazino nöbetçi subaylığı kapımı çalmıştı. Askerde, aldığım kiloları veririm derken masa başı göreviyle tüm yemek ve pasta imparatorluğunun başına oturmuştum. Hem de Kayseri’de. O gün başımdan bir yıldız daha kaydı gitti..
Ben artık zayıf biri değildim.
Askerlik sonrası Adana’ya yerleştik. Kebap ve rakı ile tanıştık. Bir yıldız daha söndü gitti. İş hayatında yıldızım parlarken başımdaki yıldızları kaybediyordum. İş makinası sektörüne başlamamla birlikte bu yıldızlar beni terk etmeye başladılar. Konya, Antep, Hatay yemek başkentleri ve Adana’ya gelen misafirler yıldızlarımı bir bir alıp gittiler.
Ben artık şişman biriydim.
Ve bir gün yıldızlar bitmek üzereyken yıldızları geri toplamaya karar verdim. O günlerde revaçta olan mezoterapiye başlamaya karar verdim. Bu işi Adana’da en iyi yapanlardan Dr. Okan Dalyan’la tanıştım. Bir ay sürdü yıldız toplama işi. Okan hocam bir haftalığına tatile gidince ben de uzun bir tatile çıktım. Bu tatil tam 7 sene sürdü.L beden büyüdü, XL derken 2XL oldu. Kıyafetlerim devamlı küçülüyordu. Aslında kıyafetler değildi küçülen benim hantal bedenim büyümekteydi. Obez olmanın sınır kapısına dayanmış, spordan uzak, hareketlerin yavaşladığı biri olmuştum.
Artık başımda yıldız falan kalmamış, şişman bir adamdım.
Yaş ilerledikçe durum daha kötü olacaktı. Midem beynimi ele geçirmeden darbe kararı aldım. Yaklaşık 10 gün önce Okan hocamın kapısını tekrar çaldım. Unutmamıştı. Doktorluğunun yanında dostluğuyla, verdiği güvenle yeniden başladık. Yıllardır kahvaltı yapmadan başladığım güne sevgili domates, güzel salatalık ve dostum peynirle adım atıyor, öğlen ve akşam dikkat ediyor, fırsat buldukça spor yapıyorum.
Tekrar başladığımız günden bir hafta sonra ikinci sınıfta karşıma çıkan o tartının başına geçtim. Haftada bir buçuk kilonun normal sayıldığı bir diyet uygularken tartının gösterdiği rakam ''ÜÇ KİLO YÜZ GRAM'' dı. Tabii bu giden kilonun büyük bir kısmının su ve ödem olduğunu biliyorum. Ama en azından gitmişlerdi.
Bu başlangıç bile önemli benim için..
Okan hocamın yanından ayrılırken başımda bir yıldız parlamaya başlamıştı.
Öyle böyle bu yıldızları çoğaltacağız.
Yıldız meselesini hallettikten sonra saç ektirsem diyorum.
Botoksta yaptırsam mı acaba?
Ben sınıfın en zayıf ikinci çocuğuydum.
Çocukluğum zayıflık içinde geçti. Bunun sebebi ne genetik ne de başka bir şeydi. Yemek seçen bir çocuktum. Pazardan alınan kabaklar, pırasalar ve benzeri şeyler zaman zaman benim elimle çöpe gidiyordu. Annemin karnıyarık yaptığı günler benim için muhteşemdi. Karnıyarık değildi cezbeden. Patlıcanların içine konulan kıyma en çok sevdiğim şeydi. Sevmediğim bir yemek olduğunda yediğim en çok şey bu kıymalı soğanlı karnıyarık içi oldu o günlerde..
Yaşım ilerledikçe memleketin güzel yemekleriyle tanıştık. Tabii ki dışarıda. Kıymalı pide, döner, lahmacun. Yanında buz gibi bir kola. Gazoz dönemi bitmiş kola yeni yeni tanınır olmuştu. Kuzenlerle dedemin dükkanına uğrar, ortalığı süpürürdük. O da bize küçük paralar verirdi. Biz soluğu belediye parkının köşesindeki büfede alırdık. Sonrası malum, buz gibi kola şişesi bizi mutlu ederdi.
O günlerin içinde Kırıkkale sanayi lokantasının da özel bir yeri vardır. Babamın iş yerinde öğle yemeklerinde gittiğim yer. Babam benim sevdiğimi bildiği için telefon açar sipariş verirdi.’’ Bir buçuk kes yollayın yanında da ayran’’ Dönerin adı bizim oralarda kes idi, porsiyonlar da hep bir buçuktu.
Bir buçuk kes yerdim ama hala zayıftım.
Üniversite yılları başladığında İstanbul yemekleri ile tanıştık. Çay simit, kokoreç bira, balık ekmek, midye dolma, sosisli ve hamburger. Köfte ekmekten yapılanlar ve isimsiz hamburgerler vardı. Taksim Kristal büfe her zaman en güzeliydi. Bir gün Mc Donald’s Taksim'de ilk şubesini açtı. Fiyatı öyle öğrencinin yiyebileceği bir şey değildi, çok pahalıydı. AKM'den, sinemadan çıkan kürklü bayanlar ve beyefendiler önünde kuyruk oluşturuyorlar, hamburger yemeye geliyorlardı. Neredeyse biz de her gün hamburger yer olmuştuk. Biraz yeme saatimiz farklıydı. Gece geç saatlerde, Mc Donald’s çalışanı yurt arkadaşımız Sami raf ömrünü geçiren hamburgerleri atmak yerine yurda getiriyor ve biz bunları götürüyorduk.
Delikanlı olmuştum ama hala zayıftım.
Üniversite biterken evlendim. Damatlık almam zor olmadı. 62 kilo olan birisi için kıyafet sorunu yoktu bu ülkede. Evlendikten hemen sonra başımın üzerindeki zayıflık yıldızlarından birisi söndü. Sebebine gelince sevgili eşim Adanalı idi. Hem de Adana'nın en güzel yemeklerini yapan bir annenin kızı. Tabii o yıllarda Nüket daha annesini yemek yapma konusunda geçmemişti( Dila hala anneannesinin yemeklerini daha çok beğenir). Nüket yemek öğrenme konusunda beni denek olarak kullanmaya karar vermişti. O günlerde çalışmadığı için pasta, börek ve diğer yemekler üzerine uzun çalışmalar yapmaya başlamıştı. 3 ay sonra 80 kilo bu çalışmaların başarısını ortaya koydu.
Çok geçmeden askerlik yolu gözüktü. Yedek subay okulunda askerin kalori ihtiyacına göre hazırlanan yemekler çok sıkıntı yaratmadı. En zoru arkadaşlarla kurduğumuz sucuklu yumurta hayalleriyle uykuya dalmaktı. Okul bittikten sonra yemek başkentlerinden olan Kayseri’ye kantin subayı olarak atandım. Kader işte hem kantin subaylığı, hem de gazino nöbetçi subaylığı kapımı çalmıştı. Askerde, aldığım kiloları veririm derken masa başı göreviyle tüm yemek ve pasta imparatorluğunun başına oturmuştum. Hem de Kayseri’de. O gün başımdan bir yıldız daha kaydı gitti..
Ben artık zayıf biri değildim.
Askerlik sonrası Adana’ya yerleştik. Kebap ve rakı ile tanıştık. Bir yıldız daha söndü gitti. İş hayatında yıldızım parlarken başımdaki yıldızları kaybediyordum. İş makinası sektörüne başlamamla birlikte bu yıldızlar beni terk etmeye başladılar. Konya, Antep, Hatay yemek başkentleri ve Adana’ya gelen misafirler yıldızlarımı bir bir alıp gittiler.
Ben artık şişman biriydim.
Ve bir gün yıldızlar bitmek üzereyken yıldızları geri toplamaya karar verdim. O günlerde revaçta olan mezoterapiye başlamaya karar verdim. Bu işi Adana’da en iyi yapanlardan Dr. Okan Dalyan’la tanıştım. Bir ay sürdü yıldız toplama işi. Okan hocam bir haftalığına tatile gidince ben de uzun bir tatile çıktım. Bu tatil tam 7 sene sürdü.L beden büyüdü, XL derken 2XL oldu. Kıyafetlerim devamlı küçülüyordu. Aslında kıyafetler değildi küçülen benim hantal bedenim büyümekteydi. Obez olmanın sınır kapısına dayanmış, spordan uzak, hareketlerin yavaşladığı biri olmuştum.
Artık başımda yıldız falan kalmamış, şişman bir adamdım.
Yaş ilerledikçe durum daha kötü olacaktı. Midem beynimi ele geçirmeden darbe kararı aldım. Yaklaşık 10 gün önce Okan hocamın kapısını tekrar çaldım. Unutmamıştı. Doktorluğunun yanında dostluğuyla, verdiği güvenle yeniden başladık. Yıllardır kahvaltı yapmadan başladığım güne sevgili domates, güzel salatalık ve dostum peynirle adım atıyor, öğlen ve akşam dikkat ediyor, fırsat buldukça spor yapıyorum.
Tekrar başladığımız günden bir hafta sonra ikinci sınıfta karşıma çıkan o tartının başına geçtim. Haftada bir buçuk kilonun normal sayıldığı bir diyet uygularken tartının gösterdiği rakam ''ÜÇ KİLO YÜZ GRAM'' dı. Tabii bu giden kilonun büyük bir kısmının su ve ödem olduğunu biliyorum. Ama en azından gitmişlerdi.
Bu başlangıç bile önemli benim için..
Okan hocamın yanından ayrılırken başımda bir yıldız parlamaya başlamıştı.
Öyle böyle bu yıldızları çoğaltacağız.
Yıldız meselesini hallettikten sonra saç ektirsem diyorum.
Botoksta yaptırsam mı acaba?
Özür Dileme Benden
Film bitti. Filmin adı ‘’Halam Geldi’’. Bir filmdi biten ama hayatta yine her şey olduğu gibi devam ediyor. Gazetelerin 3.sayfa köşelerinde kendini asan kız çocuğu haberlerinin sonu gelmiyor. Belki ölümü kurtuluş buluyorlar belki de aile tarafından infaz ediliyorlar. Hayata tutunmak onlar için zor. Ellerinden tutan olmuyor, gözlerinin içine bakan olmuyor, kalplerindekini duyan olmuyor. Onlar, üçüncü sayfa haberlerinde unutulup gidiyor. Bir yeni haberi okuduğumuzda ya da televizyon haberlerinin bir köşesinde, şöyle bir bakıp geçiyoruz.
Çocuk gelinler filmin konusu. Akraba evliliği, sakat doğan çocuklar, töre, erkek egemen toplumun ahlak anlayışı, ahlaksızlığı, doğudan göçen aileler. Hikâyenin konusu, İstanbul’da değil, ya da büyük şehir değil, Kıbrıs’ta. Yıllar önce Kıbrıs’a yerleşen Diyarbakırlı ailelerin acı hikayesi.
Son karelerde Işın Karaca’nın acı dolu şarkısı. ‘’Özür Dileme Benden’’ 13 yaşındaki Reyhan’ın hikayesi.
Filmin tamamını burada anlatmayalım. Ülkemizde yaşanan gerçekler bunlar. Medeniyet doğudan doğar yalanı bizi kandırmıyor. Medeniyet doğduğu yerle değil nerede ne kadar yaşandığıyla ilgilidir. Batılı veya doğulu olmak meselesi değil bu. İnsan meselesidir işin özü.
Çocuk gelinlerimiz olduğu sürece, 12-13 yaşlarında kızlarımızı babaları yaşında adamların koynuna soktuğumuz sürece, sevgiyi sormadan kızlarımızı yaktığımız sürece, başlık parasını cebimize koyduğumuz sürece, kadını hayvandan daha değersiz saydığımız sürece bitmeyecek ölümler,
intiharlar, namus temizlemeler.
Özür dileme benden
minicik bedenimden
kimseyi affedemem
canım böyle yanarken
Nasıl kıydınız bana
daha oyun yaşında
çaresiz yalnız kaldım
Hayatın karşısında
Reyhan kokmuyor artık
tenimde el kokusu
gelinliğim kefen mi?
yok mu Allah korkusu?
Güneş her gün doğsa da
Karanlığa gömüldüm
Nefes alım versem de
Yaşayan bir ölüyüm
Vicdanını bir dinle
Ne söylerse nafile
Ben seni affedemem
Özür dileme anne
Reva gördüğünüz hayat
Sanki ölümün adı
Bundan böyle ömrümün
Kalmadı hiç bir tadı
Şarkı her şeyi anlatıyor. Film mutlu sonla bitmiyor ama en azından adalet yerini buluyor! Asker olaya el koyuyor, mahkeme suçlulara gereken cezaları veriyor. Çok sürmüyor ceza alanlar kısa sürede aramıza geri dönüyorlar. Devletim her şeyi bilir ya. Dinin 9 yaşında ergen saydığı kız çocuklarını evliliğe teşvik ediyor.
Din ile devlet el ele.
Başını örttüğümüz küçük kızlarımızı kadın yapıyorlar.
Film hiç bitmiyor!!
Çocuk gelinler filmin konusu. Akraba evliliği, sakat doğan çocuklar, töre, erkek egemen toplumun ahlak anlayışı, ahlaksızlığı, doğudan göçen aileler. Hikâyenin konusu, İstanbul’da değil, ya da büyük şehir değil, Kıbrıs’ta. Yıllar önce Kıbrıs’a yerleşen Diyarbakırlı ailelerin acı hikayesi.
Son karelerde Işın Karaca’nın acı dolu şarkısı. ‘’Özür Dileme Benden’’ 13 yaşındaki Reyhan’ın hikayesi.
Filmin tamamını burada anlatmayalım. Ülkemizde yaşanan gerçekler bunlar. Medeniyet doğudan doğar yalanı bizi kandırmıyor. Medeniyet doğduğu yerle değil nerede ne kadar yaşandığıyla ilgilidir. Batılı veya doğulu olmak meselesi değil bu. İnsan meselesidir işin özü.
Çocuk gelinlerimiz olduğu sürece, 12-13 yaşlarında kızlarımızı babaları yaşında adamların koynuna soktuğumuz sürece, sevgiyi sormadan kızlarımızı yaktığımız sürece, başlık parasını cebimize koyduğumuz sürece, kadını hayvandan daha değersiz saydığımız sürece bitmeyecek ölümler,
intiharlar, namus temizlemeler.
Özür dileme benden
minicik bedenimden
kimseyi affedemem
canım böyle yanarken
Nasıl kıydınız bana
daha oyun yaşında
çaresiz yalnız kaldım
Hayatın karşısında
Reyhan kokmuyor artık
tenimde el kokusu
gelinliğim kefen mi?
yok mu Allah korkusu?
Güneş her gün doğsa da
Karanlığa gömüldüm
Nefes alım versem de
Yaşayan bir ölüyüm
Vicdanını bir dinle
Ne söylerse nafile
Ben seni affedemem
Özür dileme anne
Reva gördüğünüz hayat
Sanki ölümün adı
Bundan böyle ömrümün
Kalmadı hiç bir tadı
Şarkı her şeyi anlatıyor. Film mutlu sonla bitmiyor ama en azından adalet yerini buluyor! Asker olaya el koyuyor, mahkeme suçlulara gereken cezaları veriyor. Çok sürmüyor ceza alanlar kısa sürede aramıza geri dönüyorlar. Devletim her şeyi bilir ya. Dinin 9 yaşında ergen saydığı kız çocuklarını evliliğe teşvik ediyor.
Din ile devlet el ele.
Başını örttüğümüz küçük kızlarımızı kadın yapıyorlar.
Film hiç bitmiyor!!
Milletvekili
Bugün, bütün görevlerimden istifa ediyorum. Milletvekili olacağım. Bu kutsal vazife için aday aday başvurumu yapabilmek için istifa etmem gerekiyor. Ben de bunu yaparak dilekçemi veriyorum.
Milletvekili olma nedenlerine gelince;
Büyüklerimiz yol aldığı davada üstüme düşenleri yerine getirebilmek için
Parti ve büyük dava liderimizin isteklerini koşulsuz şartsız uygulamak üzere 400 vekilden biri olmak için
Eğitim sistemini değiştirmek, liderimizin düşüncelerinde askerler yetiştirebilmek için
Ekonomiyi çıkarlarımız doğrultusunda yönetmek için
Tarımı tamamen dışarıya bağımlı hale getirmek, çiftçinin içler acısı gidişatını hızlandırmak için
Üretimi azaltıp, tüketim toplumu yaratmak, ülkeyi uluslararası büyük şirketlerin pazarı haline getirebilmek için
İnsan haklarını yok sayıp, diktatör bir yönetime yol açmak için
Sokağa çıkmaya korkar olan, ağzını açmaya çekinen bir toplum yaratmak için
Yargı ve hukuk sistemini yok edip, ülkeyi keyfi bir düzen içerisinde yönetebilmek için
İşleyen bütün sistemleri yıkmak, bir polis devleti haline getirebilmek için
Şu an başımızda bela olan faiz lobisi, darbeciler, paralel yapı gibi illegal örgütlerle mücadele etmek için
Yeşili yok etmek, her yeri betona çevirmek, doğayı yok etmek için
Ülkeyi bölerek, küçük ve parçalanmış hale getirerek daha iyi yönetileceğini düşündüğüm için
Din adına hareket ederek, siyasetle dinle birlikte yürütmek ve laik düzeni yıkmak için
Dinin bütün değerlerini yok etmek ve yeni bir din yaratmak ve onun müridi olmak için
Milliyetçiliği ayaklar altına almak, Türk ismini ortadan kaldırmak için
Sesi çıkanları zindanlara atmak, sokaklara çıkanları yok etmek, korku imparatorluğu yaratmak için
Gençliği sindirmek, gelecekte kindar ve dindar bir gençlik yaratmak için
Cumhuriyetin bugüne kadar getirdiği her şeyin altına dinamit koymak için
Liderimizin tek adam olması ve onun her dediğini yapmak için
''Yeni bir Türkiye'' yaratmak için
Kendimi liderime teslim ediyor, ailemden, arkadaşlarımdan, işimden, eşimden, dostumdan, değer verdiğim her şeyden ve insanlığımdan istifa ediyorum.
Milletvekili olma nedenlerine gelince;
Büyüklerimiz yol aldığı davada üstüme düşenleri yerine getirebilmek için
Parti ve büyük dava liderimizin isteklerini koşulsuz şartsız uygulamak üzere 400 vekilden biri olmak için
Eğitim sistemini değiştirmek, liderimizin düşüncelerinde askerler yetiştirebilmek için
Ekonomiyi çıkarlarımız doğrultusunda yönetmek için
Tarımı tamamen dışarıya bağımlı hale getirmek, çiftçinin içler acısı gidişatını hızlandırmak için
Üretimi azaltıp, tüketim toplumu yaratmak, ülkeyi uluslararası büyük şirketlerin pazarı haline getirebilmek için
İnsan haklarını yok sayıp, diktatör bir yönetime yol açmak için
Sokağa çıkmaya korkar olan, ağzını açmaya çekinen bir toplum yaratmak için
Yargı ve hukuk sistemini yok edip, ülkeyi keyfi bir düzen içerisinde yönetebilmek için
İşleyen bütün sistemleri yıkmak, bir polis devleti haline getirebilmek için
Şu an başımızda bela olan faiz lobisi, darbeciler, paralel yapı gibi illegal örgütlerle mücadele etmek için
Yeşili yok etmek, her yeri betona çevirmek, doğayı yok etmek için
Ülkeyi bölerek, küçük ve parçalanmış hale getirerek daha iyi yönetileceğini düşündüğüm için
Din adına hareket ederek, siyasetle dinle birlikte yürütmek ve laik düzeni yıkmak için
Dinin bütün değerlerini yok etmek ve yeni bir din yaratmak ve onun müridi olmak için
Milliyetçiliği ayaklar altına almak, Türk ismini ortadan kaldırmak için
Sesi çıkanları zindanlara atmak, sokaklara çıkanları yok etmek, korku imparatorluğu yaratmak için
Gençliği sindirmek, gelecekte kindar ve dindar bir gençlik yaratmak için
Cumhuriyetin bugüne kadar getirdiği her şeyin altına dinamit koymak için
Liderimizin tek adam olması ve onun her dediğini yapmak için
''Yeni bir Türkiye'' yaratmak için
Kendimi liderime teslim ediyor, ailemden, arkadaşlarımdan, işimden, eşimden, dostumdan, değer verdiğim her şeyden ve insanlığımdan istifa ediyorum.
Mis Gibi Börek
Kalabalık olur yaz zamanında Ayvalık sokakları. Yazlıkçılar Nisan ayında başlarlar gelmeye. İlk gelenler emekli tayfasıdır, yaşça olgun. Sonra çocuklar, torunlar, Ege sevdalıları, biraz yabancı turist, şenlenir Ayvalık. Her hafta pazarı vardır. Perşembe günü Midilli akın eder, insan seli, geçilmez yollardan. Kafeteryalar dolar taşar oturacak yer bulunmaz. Buz gibi bira, midye dolma, midye tava, kabak çiçeği dolması, köfteler ve Ayvalık tostu midelere bayram yaşatır.
Ayvalık hem doğa, hem yemek cennetidir. Bu cennetin güzel yemekleri vardır ama Boşnak böreği krallık tahtına oturur. Annemin Mutfağında camda bir yazı dikkatimizi çeker ‘’Tek rakibim anneniz’’. Güzeldir mis gibi sıcak böreği, ama yeni yeri uzak kalır şehrin merkezine, arabayla yol tepmek zor gelir insana.
Yapılacak olan gayet basittir. Sabah erken kalkarsın, arabana biner, kalabalığa kalmadan varırsın şehrin merkezine. Önce arabayı Zerafet’in otoparkına bırakır, biraz lakırdı yaptıktan sonra ver elini biraz ilerideki Mustafa'nın börekçi dükkanına. Mustafa bu, beğenen olur, beğenmeyen olur ama hakkını verir böreğin. Beğenildiği açıkça ortadadır. Saat öğleden sonrayı gösterdiğinde Mustafa'nın dükkanı kapanır. Bir de yazı asılıdır camında ‘’Bu günkü böreklerimiz bitmiştir, ilginize teşekkür ederiz’’ Çeşit boldur hangisinden yiyeceğini şaşırır insan. Mustafa ailecek işletir dükkanı, güler yüzlüdür herkes, temiz, ucuz. Börekçidir Mustafa, bu işi iyi yapar, hakkını verir.
Ayvalık yazı böyle yaşanır, yenilir içilir, denizin, doğanın tadı çıkarılır. Günü gelip hayatın devamına karar verileceği zamana kadar kısa bir süre geçirilir Ayvalık’ta. Birkaç hafta ya da bir iki ay. Ve bir gün karar verilir. Tamam artık Adana sıcağı yetti ben gidiyorum diyene kadar. Nefes alamıyorum, bacaklarımın ağrısı arttı diyene kadar. Kebaptan bıktım artık ben börek yemek istiyorum diyene kadar..
Adana’da börekçi yok diyecekler bu lafın üzerine. Var ama bir Mustafa olamazlar. Peynirli, kıymalı belki patatesli. Belki birkaç iyi yer ama yok işte. Kebabın dünyasında yaşam alanı bulamaz börek. Et istila etmiştir kıyı bucağı. Doymaz eti kursağına girmeyen Adanalı. Mahzun kalır çeşit çeşit dumanı tüten börekler. Temsili de olsa sıkma görev alır onun yerine, atıştırmalık çayın yanında zaman zaman. Pek ustalıkta istemez, her teyzenin elinden, oklavasından, hamurundan..
Börek bu, yapanı Çin’de de olsa arayın bulun demiş atalarımız. Bu lafı Orta Asya’dan gelenlerin söylemediği aşikar. Olsa olsa Bosna, Makedonya, Yugoslav göçmeni atalarımızdır bu lafı edenler. Böyle bir laf yoksa da olduğunu düşünür börek sevenler. Lezzet sadece et pişirmekle olmaz. Yemek yapıyorum dersen her şeyi güzel yapacaksın. Börek yapmayı da bileceksin. Bu iş sanattır. Sanat yapan insanlara da her zaman saygı duyacaksın.
Bu kadar yazdık, çizdik. Hep beraber toplu zayıflama günlerimizi yaşadığımız şu günlerde aramızda bir kışkırtıcı var. Bir örgüt kurmuş, saldırıyor her zaman. Saldırının ne zaman nasıl geleceği belli değil. Örgütün ismi ‘’Tülay'ın Lezzet Mutfağı’’. Evinde bombalar imal ediyor, sosyal medya da bunları deşifre ediyor. Verdiği mesaj belli ‘’benim çok güçlü silahlarım var, istediğimde patlatırım’’ diyor. Zaman zaman bu saldırılara puro dumanıyla karşılık veriyoruz ama nafile. Bir gün gelecek önünde saygı ile eğileceğiz.
Fakir fukaranın aç açıkta olduğu bir dünyada insanları doyurmaya çalışan herkesin önünde saygıyla eğilmek gerekir.
Hem saygı hem sevgi duyacağız. Kiloların gittiği gün barış olacak.
Hep beraber sesimiz yükselecek
Tülay bize börek yap, peynirli, kıymalı ve lezzetli, ismi Boşnak..
Ayvalık hem doğa, hem yemek cennetidir. Bu cennetin güzel yemekleri vardır ama Boşnak böreği krallık tahtına oturur. Annemin Mutfağında camda bir yazı dikkatimizi çeker ‘’Tek rakibim anneniz’’. Güzeldir mis gibi sıcak böreği, ama yeni yeri uzak kalır şehrin merkezine, arabayla yol tepmek zor gelir insana.
Yapılacak olan gayet basittir. Sabah erken kalkarsın, arabana biner, kalabalığa kalmadan varırsın şehrin merkezine. Önce arabayı Zerafet’in otoparkına bırakır, biraz lakırdı yaptıktan sonra ver elini biraz ilerideki Mustafa'nın börekçi dükkanına. Mustafa bu, beğenen olur, beğenmeyen olur ama hakkını verir böreğin. Beğenildiği açıkça ortadadır. Saat öğleden sonrayı gösterdiğinde Mustafa'nın dükkanı kapanır. Bir de yazı asılıdır camında ‘’Bu günkü böreklerimiz bitmiştir, ilginize teşekkür ederiz’’ Çeşit boldur hangisinden yiyeceğini şaşırır insan. Mustafa ailecek işletir dükkanı, güler yüzlüdür herkes, temiz, ucuz. Börekçidir Mustafa, bu işi iyi yapar, hakkını verir.
Ayvalık yazı böyle yaşanır, yenilir içilir, denizin, doğanın tadı çıkarılır. Günü gelip hayatın devamına karar verileceği zamana kadar kısa bir süre geçirilir Ayvalık’ta. Birkaç hafta ya da bir iki ay. Ve bir gün karar verilir. Tamam artık Adana sıcağı yetti ben gidiyorum diyene kadar. Nefes alamıyorum, bacaklarımın ağrısı arttı diyene kadar. Kebaptan bıktım artık ben börek yemek istiyorum diyene kadar..
Adana’da börekçi yok diyecekler bu lafın üzerine. Var ama bir Mustafa olamazlar. Peynirli, kıymalı belki patatesli. Belki birkaç iyi yer ama yok işte. Kebabın dünyasında yaşam alanı bulamaz börek. Et istila etmiştir kıyı bucağı. Doymaz eti kursağına girmeyen Adanalı. Mahzun kalır çeşit çeşit dumanı tüten börekler. Temsili de olsa sıkma görev alır onun yerine, atıştırmalık çayın yanında zaman zaman. Pek ustalıkta istemez, her teyzenin elinden, oklavasından, hamurundan..
Börek bu, yapanı Çin’de de olsa arayın bulun demiş atalarımız. Bu lafı Orta Asya’dan gelenlerin söylemediği aşikar. Olsa olsa Bosna, Makedonya, Yugoslav göçmeni atalarımızdır bu lafı edenler. Böyle bir laf yoksa da olduğunu düşünür börek sevenler. Lezzet sadece et pişirmekle olmaz. Yemek yapıyorum dersen her şeyi güzel yapacaksın. Börek yapmayı da bileceksin. Bu iş sanattır. Sanat yapan insanlara da her zaman saygı duyacaksın.
Bu kadar yazdık, çizdik. Hep beraber toplu zayıflama günlerimizi yaşadığımız şu günlerde aramızda bir kışkırtıcı var. Bir örgüt kurmuş, saldırıyor her zaman. Saldırının ne zaman nasıl geleceği belli değil. Örgütün ismi ‘’Tülay'ın Lezzet Mutfağı’’. Evinde bombalar imal ediyor, sosyal medya da bunları deşifre ediyor. Verdiği mesaj belli ‘’benim çok güçlü silahlarım var, istediğimde patlatırım’’ diyor. Zaman zaman bu saldırılara puro dumanıyla karşılık veriyoruz ama nafile. Bir gün gelecek önünde saygı ile eğileceğiz.
Fakir fukaranın aç açıkta olduğu bir dünyada insanları doyurmaya çalışan herkesin önünde saygıyla eğilmek gerekir.
Hem saygı hem sevgi duyacağız. Kiloların gittiği gün barış olacak.
Hep beraber sesimiz yükselecek
Tülay bize börek yap, peynirli, kıymalı ve lezzetli, ismi Boşnak..
2 Mart 2015 Pazartesi
Yalnız Adam
Yaşlıydı
oduncu
Yıllar boyunca çabaladı durdu
Evinde ne bir kadın eli
Ne de bir çocuk sesi
Ömür boyu çabasının karşılığı
Ne almıştı bu dünyadan
Ellerindeki kalın nasırlardı
Yıllar sonunda kendisine kalan
Evinde ne bir kadın eli
Ne de bir çocuk sesi
Ömür boyu çabasının karşılığı
Ne almıştı bu dünyadan
Ellerindeki kalın nasırlardı
Yıllar sonunda kendisine kalan
Rüzgar
yanağını
okşarsa meltemin esintisi
uzaklardan
gelen çiçeklerin kokusudur
kapat
o zaman gözlerini
kanatların
özgürce salınsın
alsın
götürsün seni rüzgar
mutluluklar
ülkesinin bahçesine
hüzünleri
böl küçük parçalara
bırak
rüzgarın sesine
Orman Yangını
Yanan ağaçlar
gördüm.
Mavinin hemen
yanında,
Maviye doğru
uzanan
Kimini kesmişler
kökünden
Bir kenara atılmış
Yeşili yok olmuş,
dalları perişan
Kimi dimdik ayakta
Çaresiz, yalnız
Umutları başka
bahara
Toprak
kucaklamakta çocuklarını
Yaralar sarılmakta
Güz gelir, yağarsa
yağmurlar
Kış esirgemezse
karlarını
Köklerin dibine
Hani
belki buzların eridiği zamanda
Baharda yeniden,
yeşile durursa filiz
Sürgün verirse
gökyüzüne
Güneş kucaklar
dallarını
Martılar
onlar,
kış günü
bırakmazlar İstanbul'u
umuda kanat çırparlar
belki bir küçük balık
belki bir parça simit..
Sen de,
bırakma umutlarını
arada sırada,
hiç yoktan
yolculuk yap
Eminönü-Kadıköy vapurunda
umutlarınla birlikte
martıları da unutma
bir parça simit yeter onlara
havada yakalanan
umut
belki beni hatırlatır
sanaNumaralı Çerçeve
seneler
öncesinden tanışmışlığım var
bazen kalın, bazen ince oldular
renklisi de mevcut, beyazı da
evimde, arabamda siyah kutular
beni asla bırakmayan, canımdan biri
en yakın arkadaşım gibi
taşırım gün boyu, ayrılmaz bir parçam
sırdaşım, yalnızlığımın sahibi
arada bir şeytan da çalıyor kapımı
karıştırıp duruyor aklımı
gidip doktora çizdirsem diyorum
sanki kaybedecek gibiyim en yakınımı
bazen kalın, bazen ince oldular
renklisi de mevcut, beyazı da
evimde, arabamda siyah kutular
beni asla bırakmayan, canımdan biri
en yakın arkadaşım gibi
taşırım gün boyu, ayrılmaz bir parçam
sırdaşım, yalnızlığımın sahibi
arada bir şeytan da çalıyor kapımı
karıştırıp duruyor aklımı
gidip doktora çizdirsem diyorum
sanki kaybedecek gibiyim en yakınımı
Not: 3 senedir gözlük kullanmıyorum
Sonunda çizdirdim :))
Kış Geldi
hüzünleri duvara astık
sırtımızda aşk gömleği
yaka bağır açık
kış günü
kar da yağsa fark etmez
ne üşümek
ne hastalanmak korkusu
ateş basmış her yanımızı
içmişiz
döner başımız
gökyüzü olmuş kırmızı
yanar ellerimiz
gün gelir birleşirse
diner kalbimizdeki sızı
İyi Bayramlar
Çocuktuk. Yine bir bayram sabahı. Her yerden kurbanlıkların
sesleri yükselmekte. Herkeste bir telaş. Ya kasap beklenmekte, ya da ele kuvvet
birisi bu iş üstlenmekte. Biz de çocuk merakıyla bahçedeyiz. Babam bu işi
sessiz sedasız işin kuralına göre hallederdi. Ama o bayram öyle olmadı.
Kiracılarımız kurban için koca bir dana almışlardı. Ve bizim
arka bahçede yapılacaktı bu iş. Kasap bekleniyordu, sanırım işi çoktu ki biraz
gecikmişti. Haliyle gün kasapların ve kasaplara özenenlerin günüydü. Birileri
bu işten para kazanacak birileri içlerindeki o duyguyu tatmin edeceklerdi. O
duygunun hangisi olduğuna siz karar verin.
Uzun bir beklemeden sonra kasap efendi geldi. Hızla işini
bitirmek için hemen harekete geçti. Acele ile koca danayı yatırdılar. Kasap
bıçakla birlikte hücuma geçti. Dana hemen karşılık verdi. Bıçak boynuna değer
değmez can havliyle ayaklandı. İyi bağlanmamış ipler açıldı, dana bir oraya bir
buraya kanlar aka aka koşturmaya başladı, kasapta arkasından. Dananın bu
hamlesine karşılık kasap ikinci hücum taktiğini uyguladı. Uzaktan sallanan
bıçak darbeleri yorgun düşen danayı tekrar yere düşürdü. Kasap zafere ulaşmış
komutan edasıyla son darbeyi de indirdi. Harekât tamamlanmıştı. Ganimet toplama
zamanı başlamıştı..
Bu olayı sonradan gören babam bir şey demedi. Şöyle bir sert
asker bakışıyla baktı, olmadı bu dedi ve gitti. Çocuktuk biz de seyrettik..
Dülülülü dülülülü.. Camide namaz esnasında cep telefonu
çalıyor. Adam secdede olduğu için hemen kapatamıyor. Cüppeli Ahmet Hoca isyan ediyor.’’
Efendiler namaza cep telefonu ile geliyorsunuz bir de açık bırakıyorsunuz. Hem
de telefon da şarkılar, türküler çalıyor. Olmuyor. Bakın benim telefonumda kuş sesi var, ne
güzel ötüyor. Ben cami de kapatıyorum. Benim kuş ötmüyor.’’
O zamanlar kameralı telefonlar yok şimdiki gibi. Sabah bir
baktım camiden selfii resimleri. Bir ara Cuma namazı yer bildirimleri modaydı,
bayram namazı selfiisi de oldu ya gam yemem artık. Kurban keserken görüntüleri
de gelirse hiç şaşmam artık. Bence bayramın verilecek en güzel görüntüsü aile
fotoğraflarıdır. Biz bayramı böyle anlıyoruz gerisi hikaye.. Ne diyeyim ya dini
iyi bilmemek ya da cehalet..
Yine bir bayram daha geldi ve geçecek. Eller öpülecek
tatlılar ikram edilecek. Bizim memlekette kurban eti, baklava, sarma dolma
üçlüsü ve yanında ayran. Güzelde olur biraz garip gelse de..
Akşam haberlerde yine hayvan kaçırmalar, katliam
görüntüleri, elini, kolunu kesenler, otoban kenarında kurban kesenler..
Görünmeyen haberlerde ise etlerden sucuk yaptıranlar, kışa
hazırlık. Poşetleyip buzluğa atanlar, dağıtmak uzun iş zaten dağıtılacak kimse
yok! Sizinki kaç kilo çıktı? ,bir yağ çıktı ki hiç sormayın..
Devlet bayramlaşma görüntüleri, partiler birbirine gider,
şeker tatlı ikramları. El öpmeler, etek öpmeler..
Aslında çocukluğumdan beri değişen bir şey yok. Gözlerimden
gitmeyen o koca dananın durumundayız. Başımıza aldığımız bıçak darbesiyle bir o
yana bir bu yana sendelemekte halimiz.
Duruşumuz da, ahlakımız da, dinimiz de, devletimizde
sallanmakta. Düşeceğimiz gün yakındır.
Dana canını verdikten sonra bahçe ve düştüğü yer kan gölü
olmuştu..
Bu kadar kötü şeyin var olduğu bir zamanda,
Herkese iyi bayramlar..
Güzel Öldüler
Çok değil bir hafta önce geçtim önünden. Yoğun trafik ve
sıkışmış binaların içinden ruh ve beden yorgunluğumuzla baktık uzun uzun
yükselen gökdelene. İçim acıdı, yüreğim sızladı, içimden küfürler geçti. Bir
şehir bu kadar kısa zamanda bu şekilde talan edilebilir miydi bilemiyorum ama
edildi işte. Her yerde yükselen binalar, daralmış ruhlar, yaşanmışlığım olan
şehirden kaçmam için çok büyük bir nedendi. Çok geçmeden, kızımı bu şehirde,
biraz dışında olsa bile bırakarak döndüm taşraya. Adana’ya..
Seneler öncesi hayallerle gittiğim İstanbul’da bir stad
vardı. Ali Sami Yen. Galatasaray'ın mabedi. Ne maçlar oynandı orada. Maç olduğu
gün insan kalabalığı, trafik, yoğunluk olurdu. Hiç maç seyretmedim orada ama
çok yolum geçti Mecidiyeköy’den.. Seyyar arabadan pilav yemek, o kalabalıkta
otobüs beklemek, üzerinden geçen yolun altından yürümek İstanbul’un bir parçası
olmak..
Bu bile güzeldi.
Ve bir gün her şey değişti. Yeşil olan her yerden binalar
fışkırmaya başladı. İstanbul’un silueti birkaç yıl içinde gökyüzüne uzanan
ucubelerle doldu.
Türkiye’de değişen sadece binalar değildi. Ruhlarımız ve
benliğimizde değişmeye başladı. Para her şeyin önüne geçti. İnsan eti yiyen
canavar önümüzde bize yol göstermeye başladı. Eskiden trafik kazalarında olurdu
en çok ölümler. Şimdi ise iş kazaları.
Tersanelerde her gün işçiler ölüyor. Birer birer düşüyorlar
yükseklerden. Yollarda ölüm saçıyor hafriyat kamyonları. Madenlerde toplu
katliamlar. Trafik kazaları. Su baskınlarında ölenler..
Son olay Ali Sami
Yen’de yaşandı.10 işçi, inşaatta asansör halatı koptu ve 100 metreden yere
çakıldı, öldüler..
Hem yeşili katlediyoruz hem insanımızı. Çiğ et yiyoruz.
Yine konuştu ağızlar, sorumlular bulunacak, ailelere yardım
yapılacak falan filan.. Yeni hükumetimiz hemen konuyu ele alacak.
Sorumlu yok aslında bir kişi hariç.
Geçen aylarda yerin çok altında turlayan Azrail bu sefer yükseklerdeydi.
Denk geldi aldı canları..
Kader işte, takdir-i İlahi..
Anında çakıldılar, bir anda öldüler.
Onlar da güzel öldüler..
Yolcu
Aklım yettiğinden beri
Aklım bir tarafa,
Yüreğim bir tarafa
Bunca yıl boyunca
Elimden tutan da olmamış
Gençlik heyecanları
Yıllarda saklı kalmış
Bu yaştan sonra
Alıp aklımı,
Koymuşum sırt çantama
Vurmuşum ayaklarımı
Yüreğimin gittiği yola
Yüreğim bir tarafa
Bunca yıl boyunca
Elimden tutan da olmamış
Gençlik heyecanları
Yıllarda saklı kalmış
Bu yaştan sonra
Alıp aklımı,
Koymuşum sırt çantama
Vurmuşum ayaklarımı
Yüreğimin gittiği yola
O Bir Kazzım Beyy
bir adamı anlatacağım sizlere
biraz zor olacak
kolay mı sandınız,
kelimeleri bir bir sıralamak
yüreği var kocaman
birlikte yürümekteyiz,
uzunca bir zaman
ne iş yapar bilinmez?
diyorlar ki bir dergide yazar
resmini de koymuş üstelik
hani yabana atılmayacak kadar
durmadan uçuyor havalarda
galiba İstanbul’da işleri de var
arada bir toplantı,iş gezisi,
yurtdışı falan..
gizli servis işleri bu kardeşim
kimseye anlatılmayan..
zor işler, kararlar hızlı
dostları çok, sevmeyeni yok
çevresi de beş yıldızlı..
bak yaşın da gelmiş kırka
artık otursan, durulsan
adı koskoca Kazzım Beyy !
biraz da sevenlerine zaman ayırsan
Dila
Yıllar öncesi.
İç Anadolu’da bir
lisenin koridorunda, kalorifer peteğinin üzerinde iki delikanlı konuşuyorlar.
Daha 18’de bile değiller.’’ İleride evlendiğimde çocuğum olacak ve ben adını
Dila koyacağım’’ diyor. Neden Dila diyor öbürü. Dila’nın anlamı’’ gönülden
seven, gönül bağlayan’’ bazı dillerde ‘’sabah’’. Hiç kimsede olmayan bir isim,
farklı olacak, kızım da herkesten farklı olmalı diyor. Konuşurlarken zil
çalıyor, ders başlıyor.
Yıllar ardı ardına geliyor. İstanbul’da Galata Köprüsü
üzerinde başlayan aşk, trafik ışıklarında karşıdan karşıya geçerken evlilik
tekfine dönüşüyor. Ama erkeğin bir şartı var, kızı olursa ismi ‘’Dila’’ olacak.
Kız gülümsüyor buna..
Okul bitiyor, ayrı şehirdeler ama her gün birlikteler. Evden
telefonlar yetmiyor, gizli gizli postaneden konuşuyorlar. Dila geçiyor
sözlerinin arasında. Mektuplar geliyor gidiyor. Sevgi sözcüklerinin arasında
Dila’da yer buluyor.
1990 senesi, evleniyorlar. Dila’nın gelmesine daha zaman var.
Bazıları beklenti içerisinde. Çocukları olmuyor diye düşünenler çıkıyor. Ama
onlar çocuk, bunu bilmiyorlar. Ayaklarımız yere bassın diye düşünüyorlar.
Hayat akıyor, tam 6 sene geçiyor. Anne Dila’yı karnında
taşımaya başlıyor. Herkes kız bekliyor, bir iki kişi hariç. Annenin karnı belli
olmuyor, Dila küçücük orada. Anne İstanbul’a borsa eğitimi için gidiyor,
Dila’da onunla birlikte. İstanbul’da Murat amcası Dila ve Emre bebeğe
annelerinin karnında çok iyi bakıyor. Sütlerini eksik etmiyor, meyvelerini
elleri ile soyuyor.
Anne karnında Dila 8 aylıkken Adana’ya dönüyor. Dila artık
dünyaya gözlerini açmaya hazır. Heyecan büyük. Dila geliyor.
Yıl 1996, 24 Ocak sabahı 9.15’te, Dila ismi gibi güneşli bir
sabahta gözlerini dünyaya açıyor. Küçücük, eller babanın elleri içinde,
anneanne mutluluktan ağlıyor. Herkes sevinçli, mutlu, güneş parlıyor.
Dila eve bereketiyle geliyor, büyüdükçe evde mutluluk
artıyor. Dila annesinin ana kucağında sokağa çıkıyor, etrafa gülücükler atıyor.
Akıllı, güzel, tatlı bir bebek, herkes bayılıyor, aman nazar değmesin.
Dila’nın ilk doğum günü, bir sene geçmiş. O gün 1 adet mum
üfleniyor. O günden sonra tüm doğum günü pastalarını hep Dila üflüyor. Buna
bayılıyor. Bir de hediye paketlerini açmaya..
Anne baba yoğun çalışıyor, Dila bazı geceler anneannelerde
kalıyor. Kapıdan onları uğurluyor, öpücükler atıyor.
Dila büyüyor, hayvanlara bayılıyor. Sokakta kedilerin peşinde
koşarken anneanne bir iki lokma yer mi diye peşinde. Arabaların altındaki
kedilerle birlikte yemek yeniyor. Bir de köpeği var Daisy.. Daisy kızım,
Dila’nın kızı. Birbirlerini çok seviyorlar.
Tatil zamanı denizi çok seviyor, önce suya ayağını sokmayan
çocuk sonrasında sudan çıkmıyor, iyi bir yüzücü oluyor.
Dila’nın okul vakti geliyor, kreş anaokulu falan derken
birinci sınıf başlıyor. Çantası Dila’dan büyük. Okuma yazma, hızla yıl sonu..
Dila’yı ilkokul bitene kadar sahnede ya sunucu, ya kendi gösterisini sunarken
izliyoruz.
Sahneleri seviyor, içinde kelebek gibi süzülmek hayali var.
Bale onun yaşam biçimi oluyor. İlkokul günlerinde başlayan bale hayatı 10 yıl
sürüyor. İlkokulda kendinin hazırlayıp sunduğu uçurtmalı bale gösterisiyle
başlayan süreç 10 yıl sonra kelebek kanatlarıyla son buluyor. Veda dansında
kelebek olup uçuyor.
Dila baleyi seviyor, dansı seviyor, edebiyatı seviyor, tarihi
seviyor. Arkadaşları arasında tam bir organizatör, her şeyi planlayan o,
kendisi gibi olmayanlara kızıyor.
Hayalleri var, İngiltere onun için çok önemli, tarihini,
edebiyatını, şehirlerini, kültürünü biliyor ve seviyor. Gitti gördü, gezdi. Bir
gün orada yaşamak istiyor.
Ayvalık onun ve ailesinin vazgeçilmezi. Yazın kız
arkadaşlarını orada toplayacak.
Adana’yı seviyor, Ziya Paşa’yı seviyor, evini seviyor.
Kitapları seviyor, okuyor, bilgi yarışmalarında başarılı.
Profesörlerin bilemediği felsefe sorularını bilebiliyor.
Biyolojiyi çok seviyor. Bir gün beyaz önlük giyecek, bunu
biliyor.
Anne babasının okul yıllarını geçirdiği İstanbul onun da
hayali. Okuyacağı şehiri, okulu, bölümü şimdiden seçti. Üniversite de dansa da
devam edecek. Okul sadece eğitim için şart. Hayatta başarılı olmak için ilgi alanlarının
da olması lazım. Dila bunu biliyor.
Lise yılları, gençlik dönemleri .O artık bir genç kız, aklı
başında, güzel ,hedefleri olan, hayalleri olan, yere sağlam basan bir genç kız.
Ailesi için çok önemli, onunla gurur duyuyorlar. Geleceği çok güzel olacak,
buna inanıyorlar.
Dila hep büyümek istedi. Çocukken bile büyük bir insan
gibiydi. Bugün 24 Ocak 2014 Dila 18 yaşında. Babasının 18 yaşına gelmeden
ismini koyduğu o çocuk artık 18 yaşında bir genç kız. Bu sene oy bile verecek,
hangi parti olduğuna karar bile vermiş. Doğum günü kutlu olsun.
‘’Benim gönlü güzel kızım, seni çok seviyoruz. Doğumundan
önce senin böyle bir çocuk olacağını biliyorduk. Bugüne kadar kimseyi üzmedin.
Kalbin hep güzellikle birlikte oldu. Sen herkesi sevdin, herkes seni sevdi. Sen
herkesten farklı bir çocuk oldun.
Bugüne kadar hep bizimle birlikteydin. Yakında uzaklara
gideceksin. Ev seninle boşalacak. Ben sana hadi yat artık kızım diyemeyeceğim.
Annen belki odana bile giremeyecek. Sevdiğin yemekleri bile yiyemeyeceğiz.
Senin boşluğun dolmayacak bunu biliyoruz. Ama hayatının güzel
olması için, geleceğin için bunları yaşayacağız.
Biz, sen nerede olursan ol hep yanında olacağız. Senin
mutluluğun bizim mutluluğumuz olacak.
Kardeşin olmadı ama seni seven o kadar çok insan var ki,
bizimle birlikte onlarda hep senin yanında olacaklar.
Sen hayatta doğru, dürüst olduğun, doğru bildiğinden
şaşmadığın sürece hep başarılı olacaksın.
Güzel günler seni bekliyor. Önünde uzun bir yol var
Seni çok seviyoruz. Bunu hiçbir zaman unutma. Her zaman senin
yanında olacağız.
Yeni yaşın, yeni hayat dönemin başlıyor.
Seni çok ama çok seviyoruz.
Annen ve Baban
Çivi
Kırmızıydı şarabın rengi, yanında bir kadeh. Masada duran
tabakta bir dilim pasta vardı. Belki bir doğum günü belki başka bir kutlama.
Pasta masanın tadı, şarapsa dostluğun adıydı. Daha önceden yenilen bir şeyler
vardı. Yemeğin sonuna gelinmiş pasta ikramı başlamışta olabilirdi. Güzel bir
akşamın finali gibiydi görünen şey. Kırmızıların hakim olduğu renk insanın
içinde güzel duygular bırakıyordu.
Tam ortasında kocaman bir karpuz dilimi, yanına
serpiştirilmiş incirler. Üzüm hadi beni ye dercesine insanı cezbediyordu. Doğa
bütün güzelliklerini insan için sunmuştu. Cennette bahsedilen yiyeceklerin
başında meyveler geliyordu. Bu da cennetten bir alıntı gibiydi. Yine kırmızı
bütüne hakimdi. Tam ortada duran karpuzun kırmızısı tüm dikkatleri ona
çekiyordu. Sanki cennetin rengi kırmızıydı.
Yemek masası ve yine şarap. Şiirlere konu olan şarap bir
başka pencereden yine göze takılıyordu. Rengi İsa’nın kanı, görüntüsü gün
batımı. Son damla her zaman bir başka olurdu. Yine bir çerçeveden hadi diyordu,
ben buradayım. Birkaç kadehle zaman sarhoş olur, dostluklar sağlığa, mutluluğa,
şerefe yol alır. Unutulmayanlar bir arada yaşlanır. Bu düşünceler yansımıştı ve
karşıdan yine kırmızılar içinde bakıyorlardı.
Ve duvarın seçkin konukları çiçekler vardı. Çiçekler hayatta
çok şey ifade eder. Düğün ve ölüm birlikte karşılanır. Sevgi onlarla ifade
edilir. Barışmaların dilsiz tanıklarıdır onlar. Çoktular; papatyalar nergisler,
kasımpatılar ve diğerleri.. Bir değil birkaç çerçeve. Demetler buketler, saksılar,
duvardan sarkanlar. Renklerin dansözleri çiçekler duvarı bayram yerine
çevirmişti. Renk cümbüşü içerisinde çiçeklerin dansı hissediliyor ve müziğin
sesi duyuluyordu. Ve çiçeklerin prensesi kırmızı gül bize gülümsüyordu.
Hayatımızın renkleri bir taş bir duvar üzerinde yerini almıştı.
Yemek yedikleri restoranda, çerçeveler yaşanmışlıklar ve yaşanılacak olanlara
tanıklık etmek için sıralanmıştı. Hayat bir damla şarap, bir kaç güzel meyve ve
güzel kokan çiçekler değil miydi zaten.
Delikanlının gözleri çerçevelerden vazgeçmiyordu. Tabloları
inceledi gerçekten güzel resimlerdi ama onun takıldığı şey başkaydı. Küçük
çerçeveler bir sıra halinde olmasına rağmen eğri büğrü duruyordu. Simetrik
değildi ve düzeltilmesi gerekiyordu. Arkadaşından rica etti. Gülüştüler, burada
da mı dediler. Ama mutlaka yapılması gerekiyordu. Tablolar düzeltilmeye
çalışıldıysa da olmadı. Çiviler düzenli çakılmamış, bir aşağı bir yukarı her
şeyi bozmuşlardı.
Olmadı..
Birden o güzel görünen her şey tersine dönmüştü. Şarap
dökülmüş, meyveler çürümüş, çiçekler boynunu bükmüştü. Büyü bozulmuştu.
Hayatımızın çivisi değil midir bir tablonun duruşu gibi
duruşumuzu simgeleyen.
Hayatımız bir tablonun renkleri içerisinde yol alıyor.
Çaktığımız her çivi o renklerin gözümüze yansımasını
başlatıyor.
Çivi doğru yerdeyse renkler daha güzel daha kırmızı..
Ve dostlukla güzel olur şarabın her damlası..
Aman Ha Yazma!
Dün gece rüyadayım.
Facebook köşe yazarlığından Hürriyet gazetesine transfer
olmuşum. Gazeteye gidiyorum, istediğin yere otur diyorlar. Şöyle bir etrafıma
bakıyorum, masaların çoğu boş. Kendime en güzelinden bir yer seçiyorum ve
oturuyorum. Yer Yılmaz Özdil’in masası. Gerçi Uğur Dündar, Bekir Coşkun, Emin
Çölaşan masaları da var ama ben orayı seçiyorum. Zaten Emin Çölaşan’ın masası
bayağı tozlu kim uğraşacak temizlemekle..
Ben gelmeden çiçekler gelmiş. Ailemden, arkadaşlardan,
eşten, dosttan.. En güzellerinden birinde Ayşe Arman yazıyor. Artık Keko’dan
bahsedecek biri daha var burada. Bir de Aydın Doğan çiçeği var, ne güzel
diyorum.
Az şekerli bir kahveden sonra gazetede ilk yazacağım yazı.
Geçiyorum bilgisayarın başına. Tam başlayacağım bir telefon. Aman ha diyor,
yazılara dikkat.
Sakın beyefendinin özel hayatını yazma, sinirleniyor.
Sümeyye’yi, Bilal’i yazma, Bilal zaten anlamıyor.
Atatürk’ü hiç yazma, adını bile duymak istemiyor.
Şu aralar HSYK falan, gerçi
seçimleri aldılar ama İstanbul Barosu olmadı kızgınlar.
Bakanları yazma, Bülent Arınç sonra sana takar.
Hele Reza Zarraf’ı hiç yazma, bırak atına rahat binsin.
İş adamlarını es geç, onlar millete biniyorlar zaten.
Şehit anaları aman sakın ha
Bir de para babaları var, sonra babalara geliriz.
İŞİD’ i yazma işitme duyma.
Esad'ı Esad diye yazma, o Esed aman dikkat.
Ekonomiyi hiç yazma, sonra 2023'e balta vuruyorlar derler.
Gündem Ak Saray, adamın oturacak bir yeri de mi olmayacak?
Sakın talan edilen çiftliği yazma, zaten bakımsızdı.
Soma’yı, inşaat kazalarını, tersane ölümlerini yazma,
unutuldular.
Polisi yazma, paralel derler sonra.
Aman aman dayak diyen doktorları yazma, burayı da basarlar.
Çocuk gelinleri yazma, Abdullah Gül ne der sonra
Her gün ölen, eziyet çeken kadınları yazma, kader ne
yaparsın.
En önemlisi Apo’yu yazarken Sayın koymayı unutma!
Çözüm sürecini yazma, sen akil adam değilsin. Bu onların işi
artık.
Muhalefeti hiç yazma zaten ortada yoklar.
Hadi dedi telefondaki ses, ben yine ara ara ararım seni.
Güzel yazılarını bekliyoruz, hayırlı olsun.
Telefon kapandıktan sonra yazıma başladım. Benim bir tarzım
var dedim kendi kendime. O zaman bu tarz benim. Milletin hepsi zaten tarz.
Ivana Sert’ten girdim Nurella’dan çıktım. Hele kızlar o ne güzellikler.
Memleket güllük gülistanlık ama hala bir tarzınız yok. Neyse birinci olanın
tarzı olacak en azından. Ertesi gün evde telefonum çaldı. Arayan Aydın Doğan..
Olmadı Ali Bey! Olmadı. Bu kadarı da fazla oldu. Artık bizimle deyilsınız.
Meğer Nurella’ya yanlışlıkla Nutella demişim. Ortam zaten gerginmiş, ben daha
fazla gergin hale getirmişim.
Kovuldum, ikinci günümde.
Üzülmedim, nasıl olsa Sözcü var
Beni de alırlar.
Bir rüyaydı, uyandım. Devam facebook kalemliğine, yazarlığına..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)